2

Kaygılı bir annenin kaygı oranı yada koruma içgüdüsünün artması durumunda benim ülkemde olduğu aşamaya geleceğini düşünüyorum.

"Sen düşünme, ben senin yerine düşünürüm!"

Sen okuma araştırma üretme ben bunları senin yerine yaparım! Sen sadece tüket!

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında üretime ağırlık verilirken şimdi tüketime ağırlık veriliyor.

Bununla birlikte insanlar bu durumdan memnun bence sosyologların makale okumayı bırakıp bu durumu incelemeleri gerek. Toplum olarak emek vermeden kazanmayı kanıksadık galiba.

Polis'in ilke ve düzenlemeleri, bir annenin, bir babanın, bir kardeşin, dolayısıyla da bütün yurttaşların himaye edici, yönlendirici sesini temsil ederler. Polis'in biricik hedefi, yurttaşlarının gerek tanrısal gerekse insansal düzlemde varoluşlarını düzenlemek ve korumak; gençleri, en iyi yurttaşlar olarak yetiştirmek, bütün yurttaşlarına mutlu bir hayat sağlamak olduğundan, polis düzeninin yetkili ellerine, bugünkü modern dünya insanının, en azından Batı demokratik toplumlarındaki bireyin kolay kolay anlayabileceğinden çok fazla, bireyin özel hayatına ve mülkiyet ilişkisine müdahale imkânı veren haklar teslim edilmişti.

Yurttaşlara mutlu bir hayat sağlamak!

Yirmi yıldır en çok duyduğum sloganlardan biri bu ve bu amaçla özel hayata müdahale etme yetisini kendinde gören idareciler.

Son günlerde gençlerimizin yorucu bir eğitim yılının sonunda düzenlenen bahar şenliklerinin iptal edilmesi buna örnek verilebilir.

Bu kararın alınmasında tarikatların da ne kadar etkili olduğu bence tartışılmaz.

Belki de Platon'un yazdığı devlet dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Hep ulaşmak istediğim refah ülkelerinde de kim bilir yolsuzluklar olabiliyordur. Yaşadığım ülkede frekansı daha fazla olduğu kesin.

Ortadoğu'da kıyafeti nedeni ile tutuklanan kadınlar olurken batıdaki çağdaş ülkelerde bu olmasa da

Bu refah ülkelerinin kusursuz olduğu anlamına gelmiyor. Bununla birlikte uykusuz gecelerimde yüksek fizik ve matematik çalışarak makale yazıp ünlü bir akademisyen olup batı ülkelerinde akademisyen olarak çalışma hevesim azalmıyor.

Ancak polis yurttaşı, bu haklardan kendisine yöneltilen talepleri, kişisel alana bir müdahale gibi algılamıyor, kendisinden talep edilenleri yerine getirmeyi, gerek kendisi gerekse de öteki yurttaşlar bakımından yerinde ve gerekli fedakârlıklar olarak görüyordu. O karanlık, hayatı silip yok edici ölüm karşısında etkili olabilmenin biricik yoluydu bu fedakârlıklar ya da hatta kendini kurban etmeler.

Politeia (devlet), yaşayan bütün yurttaşların tarihsel olarak gelişmiş haklarının ve bu haklara karşılık gelen görevlerinin bir tür özeti, genel talepler ile kişisel hak ve isteklerin gücünden türemiş canlı, yaşayan bir birim, bir bütünlük olarak anlaşıldığında, onu taşıyan yurttaşların ekonomik, politik, hukuksal ve elbette dinsel ve düşünsel ilişkilerde yaşadıkları dönüşümlerle birlikte, devletin de bu dönüşümlere, yeniliklere cevap verebilecek düzenlemelere gitmesi de kaçınılmazdı.

Politeia'nın bu yönde gerçekleştirdiği adımlar, reformlarda ya da devrimlerde görünürleşiyor, muhafazakâr çabalar ile reform çabalarının karşı karşıya geldiği yerde tayin edici önem taşımaya başlıyorlardı. Politeia'da gerçekleştirilen dönüşümler ile ilgili olarak Sparta'lı Lykurgos, Drakon, Solon, Perikles, Atinalı Kleistenes ve gene başka kentlerdeki (polis'lerdeki) isimler akla gelmektedir. Bu ve benzeri kimselerin talep ettikleri reformlar ya da atılmasını istedikleri ilerici adımlar, bütün bir kentin değilse bile, kent yurttaşlarının önemli bir bölümünün talepleri olarak ortaya çıkmış yenileme girişimlerini, hayata yönelik yeni istekleri dile getirmekteydi. Yeni bir düzene yönelik talepler, bütün bu reform ve yenileştirme isteklerinin yeni yasal düzenlemeler içinde tespit edilmesini ve polis'in, yurttaşların yaşama biçimlerinin ve taleplerinin ifadesi olma görevini, bundan böyle de yerine getirtmeyi hedeflemekteydi. Yunan toplumu hem coğrafi yönden birbirinden kopuk birimlerden oluşuyordu hem de çeşitli yerel, etnik cemaatlere ve kültürlere bölünmüştü; bu sosyal yapıyı taşıyan birkaç yüz polis vardı. Bunların çoğunun tarihi ve siyasal yapıları hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir; dolayısıyla da Atina, Sparta gibi birkaç polis devleti örnek olarak kabul edilir. Coğrafi yönden bakıldığında surlarla çevrili polis'lerin dışında geniş kırsal alanlar yer almaktaydı. Her polis'in yüksekçe bir alana kurulu bir kalesi, öteki deyişle akropolis'i ve bir pazar yeri (agora'sı) bulunmaktaydı. İÖ 3. yüzyılın hemen başında, özellikle, merkezi konumdaki Atina polis'i (sitesi) ya da kent-devleti, siyasal-ekonomik dengelerin bozulmasıyla, muhafazakârlığın arttığı bir döneme girmişti. Sokrates'in duruşması da bir yönüyle bu bağlamda ele alınması gereken bir tarihsel trajediyi yansıtıyordu. Atina karşısında "bir tür aydınlanma"yı temsil eden ve Atina dışı merkezlerde etkili olan Sofistler, felsefelerinde "insanı" ölçü olarak öne çıkartıp şeylerin doğruluğunu ve geçerliğini öznelleştirirler; tek kişinin bireysel bilincinin ve algılarının, nesnel dünya karşısında güvenilmez duruma gelmesi, aslında yukarıda sözünü ettiğimiz polis devletinin düzenleyici ilke ve yasalarına bir güvensizlik, genel geçer kurallara bir başkaldırı anlamına gelmekteydi. Sofistik düşünce, bireyi sorun olarak, bütün bir varlığın ve isteğin merkezine yerleştirmeye başlayınca, o zamana kadar uzana gelmiş bütün düzenleri sarsan bu anlayış, polis "evrenini de" yepyeni sorunlarla, endişe, kuşku ve taleplerle karşı karşıya getirdi. Gerçekten de İÖ 4. yüzyıl, o zamana kadarki hayatı taşıyan bütün sağlam görünmüş temellerin sarsılması demekti. Örneğin tanrılar ya da tanrısallık anlayışı, varlığın en temel ve eski ölçüsünü oluşturur ve insanın bütün eylem ve davranışları, son tahlilde, tanrı düzeninin karşısında tartılıp yerine oturtulurken, "sofistik kuşkuculuğun" yaygınlaşmasıyla birlikte, sadece tanrısal düzenleyici ilkeler değil, onların doğrultusunda meşruiyetini bulan ilişki ve kurumlaşmalar da sarsılmaya yüz tuttu. Örneğin İÖ 4. yüzyılın başına kadar, Atina'da yönetim genellikle "soylu" sayılacak kişilerin sorumluluğunda kalmışken, şimdi herkes devlet görevlisi olma hakkına sahip olduğunu düşünüyordu. Gerçi bu "yeni dönem", soylu dediğimiz kentin varlıklı kesimlerinin çocuklarından daha çok polis yurttaşlarının çocuklarından yeni bir eğitim kalitesi talep ederken, yepyeni bir öğretmen tipinin de gelişmesini zorunlu kılmaktaydı. Bu gelişme metnimiz bakımından apayrı bir önem taşıyor. Bu öğretmenler de gene Sofistler içinden çıktılar. Bunların en ünlülerinden biri, dersinin hedefi olarak "areta politike"yi, yani kente özgü yetenek ve beceri geliştirmeyi, gerek evde, gerekse kentte, pratik hayata ayak uydurmayı öğreten Abdera'lı Protagoras'tı. Bu anlayış politik teorinin de doğuşuna işaret ediyordu ve Yunanlı genci eğitmeye kalkmış hiçbir öğretmen, polis için eğitim verdiği sürece, en iyi devlet biçiminin hangisi olduğu sorusuna değinmeden eğitim yapamazdı. Eğitimin temel amacının bu olması gerektiğini düşünüyorum.

Bir genç çarpanlara ayırmadan yada denklem çözmeden önce yaşadığı toplum için en doğru devlet biçiminin ne olduğunu kavramalıdır. bu kazanım için tek bir yol var : kitap okumak.

Çocukluğunda eline geçen harçlıkla kitap alan ve yaşamı boyunca sabahlara kadar okuyan bir lidere sahibiz bir başka deyişle çok şanslı bir toplumuz. O zaman temel soru şu:

Bu kadar şanslı bir toplumda yaşıyorsam neden refah ülkelerine gitmek istiyorum?

Hayatta tek amacımız daha yeni araçlar almak ve daha konforlu dairelerde oturmak mı olmalı diye düşünüyorum. Hükümet başkanımız bu tür isteklerin sıradan olduğunu belirtti. Bu fikre sahip olan birinin maddiyattan çok okumaya ve aydınlanmaya değer veren gösterişten sakınan bir yaşam tarzına sahip olması gerekir.

Kimi zaman kendimi suçlu hissediyorum sıradan isteklerimi yerine getirmek için geceleri –bana göre günün en verimli saatleri- kitap okumak yerine mekanik ve dinamik çalışarak hayatımı maddi açıdan kurtarmaya çalışıyorum.

Kuantum mekaniği sadece bu amaçla okuduğum bir kitap değil, insanların bu konuya yoğun bir ilgisi var. Bununla birlikte kuantum fiziği yada klasik mekanik bir Rus klasiği gibi odaya çekilip birikim olmadan okunacak kitaplar değil.

Aslında kuantum teorisinin bize atomların veya temel parçacıkların mikroskobik altı seviyelerindeki gerçekliğe inanmamızı söylediği şey, sıradan klasik resimlerimizden o kadar uzaktır ki, basitçe kuantum düzeyindeki resimlerden tamamen vazgeçmeliyiz. birçok fizikçi, kuantum ölçeklerinde gerçek bir gerçekliğin varlığından bile şüphe duyuyor ve bunun yerine cevaplar elde etmek için sadece kuantum-mekanik matematiksel formalizme güveniyor gibi görünüyor. Yine de tüm bunlara rağmen, 17. yüzyıl Newton mekaniğinden gelişen kapsamlı ama tamamen klasik şemanın Lagrange Hamiltonian prosedürler koleksiyonunun ne kadarının kuantum-mekanik teorisinin temel arka planını sağladığı çok dikkat çekicidir.

Tek bir parçacık için, zaman bileşeni t ile uzaysal bileşenleri x, y ve z arasında belirgin bir göreli simetri olduğu ortaya çıkıyor. Bunun kuantum mekaniğinin gerçek zaman evrimini tanımlamada nasıl önemli bir rol oynadığını birazdan göreceğiz. Bununla birlikte, birçok parçacık dahil olduğu için, fiziğin uzaysal ve zamansal yönlerinin tedavilerinin çok farklı olduğu göreli olmayan bir prosedür sağlarlar.

Kuantum mekaniğini anlamaya çalışırken ne kadar doğru davrandığımı düşünüyorum. Amacım bilim öğrenmek mi yoksa yaşadığım ülkeden kaçmak mı?

Yalnız olduğumda ve makale yazarken yada yazmaya çalışırken neden ilerlemiş yaşıma rağmen Maxwell denklemlerinin yüksek boyutlu uzaylarda yazılıp yazılmayacağını düşünme sebebimi bulmaya çalışıyorum. Bu denklemleri bulursam bilime hizmet mi etmiş olacağım yoksa kendimi ve ailemi bu ülkeden kurtarmış mı olacağım?

Yaşadığım ülke yaşam enerjimi sömürüyor, çünkü yolsuzluk yapanlar yargılanmıyor. İnsanlar yolsuzluk olsa bile hükümet çalışıyor zihniyetine sahip ve bu bakış açısı batıda yok, en azından ben olmadığını düşünüyorum. Uykusuzluk son günlerde problem olmaya başladı, ders arasında uyumaya başladım ve masa başında kestirdim. Gözlerimi açtığımda dersin sadece beş dakikası kalmıştı. Meslektaşlarım dersimin boş olduğunu düşünerek beni uyandırmadı. Bu seferlik bir sorun olmadı ama bu şekilde devam edersem idareye yakalanacağım kesin. Yazımın başından beri övdüğüm o refah ülkelerinde bu hareketim cezasız kalmazdı. Asıl probleminde bu olduğunu düşünüyorum. Mesleğinin hakkını vermeden yapan insanların cezasız kalması sıradanlaştı. Ülkemde ticaret bakanı kendi bakanlığına kazık atıp hesap vermeden görevini devredebiliyor. Tarikat yurtlarında çocuklar taciz ediliyor ve kimse sorumluluk üstlenmiyor. Din eğitimi veren kurumlar görünmeyen ama her alanda hissedilen bir zırh ile korunuyor. Refah ülkelerinde din eğitimi veren kurumlar devletin tüm kademelerine sızmıyor.

Bu noktada şunu söyleyebilirim ki batı ülkesinde yaşamak sadece kaliteli araba sürmek ve bol para harcamak anlamına gelmiyor. Tarikatların ülke yönetiminde söz sahibi olmadığı yaşam standartlarının yüksek olduğu insan haklarına değer verildiği bir ülkede yaşamak anlamına geliyor. İşte bu nedenle ülkemizdeki mülteciler Akdeniz'de boğulmayı göze alarak batıya sığınmak istiyor.

Ergenler için yazdığım romanda ilerlemek yerine ideal devletin nasıl olması gerektiğini düşünüyorum ve her paragraftan sonra sigara molası veriyorum. Uyku problemimi çözmem lazım. Bu yaşam tarzı en başta öğrencilere zarar veriyor. Yüksek boyutlu yada soyut manifoldlara çalıştığım uykusuz geceler derslerde verimsiz olmama neden oluyor. Platon'un kusursuz devletini hafta sonu okumak daha uygun olacak.

İlk sayfalardan itibaren ideal devletin tanımı yapılıyor. Bu tanım ne kadar sürecek bilmiyorum ama gecenin kalan kısmında mekanik problemlerine ağırlık vermeliyim.

Sofistik düşüncenin eğitim anlayışına bağlı etkilerden ve dönemin entelektüel ikliminden nasibini alarak yetişenlerden biri Platon'du. Aile kökeni ve akrabalık ilişkileri bakımından onun bir devlet adamı olarak polis (site) devletine hizmet etme olasılığı öylesine akla yakındı ki ne annesinin, ne babasının onun doğumunun ardından (İÖ 428/427), oğullarına bakıp da devlet adamlığının ötesinde bir uğraşla ünleneceği, herhalde akıllarının kenarından bile geçmemiş olmalıydı. Platon, Atina soylu zümresinden geliyordu. Bu toplum katmanının yaşama felsefesi zihinsel ve bedensel hareketlilik, hareketlerde zarafet, insan ilişkilerinde nezaket ve ölçülülük, ama aynı zamanda ince bir alaycılık ve mizaha yatkınlık gibiydi. Elimizdeki bilgiler Platon'un ne anne ne de baba tarafından akrabalık temellerine inmemize imkân tanıyor. Baba Ariston'un, Atina'nın son kralı Kodros sülalesi ile, anne Perikton'un ise, ünlü Atina yasaları yapıcısı Solon ile akrabalığından söz edilmiş olsa da, bu bilgileri doğrulama imkânı bulunmamaktadır. Anne tarafından kuzenlerinden biri olan Kritias, ileride ünlü Atina "Otuzlar" yönetiminin- ya da "tiranların" arasında yer alacak, zengin bir akrabadır; bir aristokrat olan Kritias bugünün diliyle söyleyecek olursak "aşağı tabakayı" hor görür ve küçümser; o entelektüel yetenekleri gelişmiş, felsefeci, ozan, devlet adamı kimliklerini kişiliğinde birleştiren biridir. Platon'un, her ikisi de kendisinden daha büyük olan erkek kardeşleri Adeimantos ve Glaukon, Devlet diyaloğunda Sokrates'in muhatapları olarak rol alıp, düşünce tarihine geçmiş olma şansını, küçük kardeşleri Platon'a borçludurlar. Platon, kız kardeşinin oğlu olan Speusippos'un, hayatını sürdürmesi için gerekli maddi gelirden yoksun olduğunu görmüş ve yeğenini, kendinden sonra Akademi'nin yöneticisi olarak görevlendirmiştir. Kısacası Platon kuşağı, aktif politikadan tamamen uzak, sessiz bir hayatı tercih etmiştir. Platon'un, politik hayattan uzak kalmaya kolay kolay karar veremediği ve epey bir kararsızlık geçirdiği, iç hesaplaşmalardan kurtulamadığı belli olmaktadır. Onun kendine çizdiği bu "kader yolu" belki de, felsefenin, günümüze kadar politika ile bir türlü barışmamasının ya da birleşmemesinin nedeni olarak da anlaşılabilir. Zaten bu kararı, onun seçtiği bu yolu anlamak demek, Politeia'yı anlamamız için zorunlu zihinsel çabanın belli bir bölümünü yerine getirmiş olmak demektir. Bir başka deyişle, Platon'un politika yolunu niçin seçmediğini açıklamakla, Politeia'yı anlamamıza giden yolda en iyi rehberliği yaptığını söylemek mümkündür. Platon'un İÖ 354 yılında, 73 ya da 74 yaşındayken yazıp Sicilya'ya gönderdiği bir mektup, kendi elinden, kendi hayatına bir geri dönüp bakma, hayatını değerlendirme işlevi taşımaktadır.

"Bir zamanlar gençken, birçok kimse gibi düşünüyordum: Aklımda, kendimin efendisi olur olmaz politikaya yönelmek vardı. Gelgelelim bu kararıma, kamusal hayattaki şu deneyim engel oluşturdu: O zamanki düzenimiz (anayasamız) geniş bir çevrede değersiz, hor görülmekteydi ve sonunda çöktü. Yeni düzenin tepesinde 51 erkek vardı… Ancak bunların 30'u sınırsız iktidar yetkisiyle bütün hükümeti (yönetimi) devraldılar. Onların arasında birkaç akrabam ve tanıdığım vardı ve bunlar kalkıp beni de hemen (aralarına) çekmeye çalıştılar… Gençliğimde bu konuda edindiğim deneyimler beni haklı çıkardı. Onların devlet yönetimini, haksız bir yoldan döndürüp, adaletin yoluna sokacaklarını ummuştum. Bu nedenle de büyük bir merakla ne yapacaklarını dikkatle izlemeye koyuldum ve kısa süre içinde, bu adamların, eski anayasayı koyacak yer bulamadıklarını gördüm. Başka birçok şeyin (hatanın) yanı sıra arkadaşım olan yaşlıca bir adamı, dönemin en dürüst, en namuslu insanı demekte hiç tereddüt etmeyeceğim Sokrates'i, bir yurttaşı idama götürmek üzere başkalarıyla birlikte görevlendirdiler; böylece onu suç ortağı yapmayı amaçlamışlardı. Ne var ki Sokrates boyun eğmedi ve onların canice eylemlerine katılmak yerine her şeyi göze almayı tercih etti. Bunu ve buna benzer hiç de öyle önemsiz olmayan kimi şeyleri görünce beni bir tiksintidir aldı ve bu cani idareden uzaklaştım. Çok geçmeden o 'Otuzlar' devrildi ve anayasa lağvedildi. Bunun üzerine yeniden, çok yavaş ilerlese de, politik düzlemde faal olma isteği beni sarmaya başladı… Gelgelelim o iktidar sahiplerinden bazıları, Sokrates'e en son mal edilebilecek en kötü suçlamalarla arkadaşımızı mahkemeye çağırdılar. Anlayacağınız onu tanrısızlıkla suçlayarak mahkemeye çıkardılar ve hüküm giydirip hükmün infazını sağladılar… Bunu ve hükümeti, yasaları, töreleri yöneten kişileri görünce ve yaşlandıkça bu çarkın bütününü kavradım ve doğru bir sonuca varıp politika yapmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Çünkü dostlar ve güvenilir "parti" yoldaşları olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildi… Ayrıca yasama ve ahlak alanında çöküntü ve çürüme şaşırtıcı bir şekilde artıyordu. Böylece, başlangıçta politika yapmaya çok hevesli olduğum halde, bu olayları gördükçe ve bütün bu plansız, amaçsız sürüklenişi inceledikçe kafam karışmaya başlamıştı. Gerçi bütün bunların ve devlet varlığının nasıl daha iyi olabileceği konusunda düşünmekten vazgeçmedim ve hep bir eylem fırsatı kollayıp durdum, ancak sonunda mevcut devletlerin berbat bir durumda olduğunu kavradım. Çünkü mükemmel bir yeni organizasyon, elverişli şartlar sunarak, imdada yetişmezse devlet-yasa ilişkileri hemen hemen iflah olmaz bir durumda kalacaktı. Bunun üzerine kendimi, hakiki felsefenin hakkını teslim ederek, sadece onun bütün kamusal ve özel hayattaki adalete bakış imkânı verebileceğini ve doğru ve hakiki filozoflar iktidara gelmeden ya da devletlerin iktidar ve güç sahipleri ilahi irade sonucunda gerçek filozoflara dönüşmeden, insan soyunun mutsuzluğunun son bulmayacağını açıklamaya zorunlu hissettim."

Yetmişinin ortasındaki Platon'un polis ile olan ilişkisini, ömür boyu edindiği deneyimlerin bir özetini sunduğu bu mektup, buraya alınmış kısa bölümüne rağmen bize yeterince bir fikir veriyor. Politeia'da (473d) "Filozof krallar" bölümünün bir varyasyonu gibi geliyor kulağa. Platon'un politika yapmaya kendini adeta mecbur hissetmesi, onun kişisel karakterinin kaçınılmaz bir sonucu gibi görünse de, gene aynı karakter özelliği, kendisine, yerine getiremeyeceği talepler yönelttiğinden, onun politikaya adım atmasını önlemektedir. Onun "dünyaya böylesi bir kez gelir" dediği biricik insan Sokrates, hayat yolunu çizişine ve aldığı kararlara damgasını vuran kimsedir.

Yaşadığınız ülkede olumsuzluklar varsa doğru olan davranış politikaya katılmak mı olmalı yoksa geniş kitlelere ulaşmaya çalışmak mı? Günümüzde insanlar bu amaca ulaşmak için "takipçi kasıyor"

Eskiden roman yazılırmış ve ben geçmişte yaşayan bir adam olarak hala roman yazmanın toplum ile irtibat kurmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Bu amacıma ne kadar ulaştım bilmiyorum ama bu gün okulda ders arasında bir öğrencim yanıma gelip kitabımı çok beğendiğini söylediğinde çok mutlu oldum. Bir kişi bile olsa onun yüreğine şiirlerimle dokunmak tatmin olmama neden oldu.

Problem şu ki ben kendimi Platon gibi hissetmiyorum yani politikaya katılmanın bir zorunluluk olduğunu düşünmüyorum. Boş zamanlarımı oy peşinde koşmak yerine "Kara Kitap" okuyup kaybolan karısının peşinde koşan adamın maceralarının tekrar tekrar üzerinde geçiyorum. Şirödinger eşitliğine çalışmak yerine ergenler için yazdığım romanımı gözden geçirdim. Orta yaşlı bir adam bir mucize sonucu gençleşip lise yıllarına geri döner. Aile babası olan bu adam işine gidip çocuklarını büyütürken paralel evrende okul sıralarına geri dönüp hislerini açıklamaya çekindiği sıra arkadaşı P.'nin yanına oturup ona karşı özel hislere sahip olduğunu açıklayacaktır.

Şu an hayatında hedeflediğin amaca ulaşamadın bunun farkındayız dergilere yolladığın makaleler basılmaya değer görülmüyor, katıldığın edebiyat yarışmalarında dereceye giremedin.

Bu sonuçlar yaşam ile bağını kopardı kabul ediyorum. Ben senin iyilik meleğin olarak görevlendirildim çünkü karşına çıkan başarısızlıklar seni hayattan koparmamalı, mücadele etmelisin!

Başarı kimseye altın tabak içinde sunulmaz. Seni anlamaya çalışıyorum, bu dünyadan ayrıldıktan sonra iz bırakmak istiyorsun, Montaigne gibi yüzyıllar sonra okunmak istiyorsun.

-senin gerçek olup olmadığını anlamakta zorlanıyorum, bu bir rüya olmalı.

-inan bana bu yaşam kadar gerçek, beş yaşındayken balkondan aşırı derecede sarktığında yardımına ben koştum. O günü hatırlıyor musun?

İlkokul birinci sınıfta hece kitabına çalışırken öğretmenin yanına geldi, elinde kalın mavi karton kapaklı bir kitap vardı, sınıfta sadece sana bu kitabı hediye etti ve sen ilk satırı yaşamın boyunca unutmadın.

İyilik meleği bu yaşlı adama neden bu iyiliği yapmıştır?okuyucu bu sorunun cevabını düşünerek meraklanacaktır. İlerleyen sayfalarda esas oğlan eski aşklarını hatırlar.

Okul müdürü beni tebrik ederken babam benimle gurur duyduğunu söylüyor. Unuttuğum bir nokta var bizi biz yapan hatalarımızdır, oysa benim hata yapma şansım yok. İyilik meleğim gerçekten bana iyilik mi yaptı acaba?

İnsanlar hata yaparak olgunlaşır ve doğruya ulaşır. İlk bakışta bu yetenek büyük bir lütuf gibi geldi. Sokağımızın virane konağının bahçesinde futbol oynuyoruz,birazdan gerçek hayatımda Mehmet ile kavga edeceğimi ve ben onunla konuşmaya çalışırken burnumu kıracağını biliyorum. Beklediğim an geldi, Mehmet topu fırlatıp bana doğru koşarak geldi ama ilk darbeyi ben vurdum, zavallı çocuğun dudağı kanamaya başladı. Kendimi hile yapan bir oyuncu gibi hissettim. Mehmet ağlayarak eve gitti. Kuzenim yaptığım hareketin çok yanlış olduğunu bunun sadece bir oyun olduğunu söyledi. Bu oyunu gereğinden fazla ciddiye aldığımı ve gereksiz yere kalp kırdığımı belirtip evine gitti. Bu sözü hiç unutmamıştım. Gerçek hayatımda dudaklarının kanaması gereken kişi bendim. Mehmet'in bana vuracağını beklemiyordum ve ben onun karşısında

Saf saf beklerken yumruğunu birden burnumda hissetmiştim, olması gereken buydu!

Annem ve babam tarafından sürekli takdir edilmek

Beni yormaya başladı. Bu alternatif zamanda ders çalışmaya gerek yok bir dikdörtgenin alanının kısa kenar ile uzun kenarın çarpımına eşit olduğunu zaten biliyorum. İngilizce ve almanca konuşabiliyorum. Yaşıtlarım ise yeni kelimeleri öğrenmek için defalarca yazmak zorunda kalıyor. Ayşe ise hayatından memnun. Okul birincisinin sıra arkadaşı olduğu için çok şanslı olduğunu düşünüyor ama bu mutluluk kısa sürecek. İkinci sınıfta Ayşe okulumuzdan ayrılacak. Babasının memur olması nedeni ile taşınacaklar. Ona gerçeği anlatsam deli olduğumu düşünecektir.

"Ayşe ben aslında elli yaşında amatör bir yazarım. Lise yıllarımda bir türlü öğrenemediğim organik kimya dersini otuz yaşında sıcak yaz günlerinde öğrenci gibi ders çalışarak öğrendim. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum."

Hakkımda ne düşünür acaba? Onun beyaz tokalarını çok seviyorum. Okulun avlusunda onunla "elim sende" ya da saklambaç oynamak ne kadar güzel! Çocuk olmayı çok özlemişim!

Her şey yolunda , hayatımda başarısızlığa yer yok . ayşe yanımdan ayrılmıyor ama ben mutlu değilim. Beni rahatsız eden nedir bilmiyorum. Kendimi kopya çeken bir öğrenci gibi hissediyorum. Sınıf arkadaşlarıma haksızlık yaptığımı düşünmeye başladım. Onlar minik beyinleri ile ilk kez duydukları geometrik terimleri pekiştirmeye çalışırken ben tecrübem sayesinde hiç zorlanmıyorum.

-senin iyilik meleği olduğunu sanıyordum.

-ben sana iyilik ettim, sayemde yirmi yaşında genç bir profesör olacaksın uluslar arası dergilerde senin ismin yazacak ve farklı ülkelerde seminerlere katılacaksın.

-sadece bir ay sürem olduğunu söylemiştin. Başarısız olduğum üniversite giriş sınavında yapamadığım soruları kolaylıkla çözüp yeni mesleğimle yeni bir hayata başlayacaktım!

-hesaplarda bir değişiklik oldu,Necip.

-benim yüzümden çocuğun dudağı kanadı, kendimi suçlu hissediyorum.

-sen vurmasaydın o sana vuracaktı, bu nedenle kendini suçlu hissetmene gerek yok, sen kendini savundun.

-ona şiddet uyguladım yaptığım yanlıştı bir çocuk arkadaşına vurmamalı onun kendisine vuracağından emin olsa bile!

-yani birisi sana vurunca sen öbür yanağını gösterip buraya da vur mu diyeceksin? Tanrıdan dilekte bulunduğun zaman dikkatli ol,Necip kimi dilekler onun tarafından kabul edilir. Gerçek yaşamında üniversiteyi bitirdikten sonra yaz sıcaklarında ders çalışıp öğretim görevlisi olmak için jürinin karşısında başarısız oldun ve salondan ayrılırken bunu hak etmediğini düşündün. Tanrı seni duydu ve dilediğin gerçekleşti, daha ne istiyorsun?

-bu gerçek dünya değil iyilik meleği, sanal dünyada yaşıyorum. Bak sana gauss'un öykünü anlatayım. Gauss on yaşındayken matematik öğretmeni o gün ders anlatmak istemez ancak öğrencilerin meşgul olması gerekmektedir. Bu amaçla herkesin birden yüze kadar olan sayıların toplamını bulmasını ister. Gauss ilk sayı olan bir ile son sayı olan yüzü ,toplar ve defterinin köşesine yüz bir yazar. İkinci sayı olan iki ile sondan bir önceki sayı olan doksan dokuz sayısını toplar ve yüz bir bulur. Bu şekilde tam elli tane yüz bir olduğunu anlayıp çarpma yapınca cevabı 5050 bulur. Cevabı bulması

Birkaç dakikasını almıştır. İki ders boyunca öğretmen masasında gazetesini okuyacağını hayal eden öğretmen cevabın doğru olduğunu anlayınca şok olur ve karşısındaki çocuğun bir dahi olduğunu anlar. O doğuştan dahi olduğu için bunu başardı. Ben üstün zekalı değilim bu insanları kandırmaktır. Genç yaşta makale yazıyor olmam tecrübem sayesinde gerçekleşiyor , hiçbir zaman Newton ya da Gauss olamam!

-Gauss konusunda sana hak veriyorum ancak Newton konusunda sana katılmam imkansız. Newton'un tanrı vergisi bir zekası yoktu. Başarısını disiplinli çalışmasına borçluydu. Optik konusunda o kadar çok yoğun çalışırdı ki kendi gözleri ile yaptığı deneyler nedeni ile körlük tehlikesi yaşadı. İngilterede grantham şehri yakınlarında woolsthorpe 'da erken bir doğumla hayata geldi. Doğmadan babasını kaybetmişti.

Dört yaşına kadar annesi ile büyüdü, daha sonra annesi başka biri ile evlendi ve yedi yıl boyunca ona anneannesi baktı.

Newton'ın evrensel kütle çekimi ve hareketin üç kanunu, sonraki üç yüzyıl boyunca bilim dünyasına egemen olmuştur. Newton, dünyadaki nesnelerin hareketleri ile gökyüzündeki nesnelerin aynı doğal yasalar ile yönetildiklerini kendi kütle çekim kanunu ve Alman gökbilimci Johannes Kepler'in gezegen hareketleri kanunu arasındaki tutarlılıklar ile göstermiştir. Newton aynı zamanda ilk yansıtmalı teleskop'u geliştirmiş, beyaz ışığın bir prizmaya tutulduğunda farklı renklerden bir tayf yapması gözlemi sonucu bir renk kuramı da oluşturmuştur.

Isaac Newton, bilim insanları tarafından bilim tarihinin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1999'un sonlarında, 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Isaac Newton, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Albert Einstein'dan sonra 2. sırayı almıştır. Amerikalı astrofizikçi ve yazar Michael H. Hart'ın 1978 yılında yayımladığı "Dünyaya Yön Veren En Etkin 100" adlı kitabında ise Newton, 2. sırada yer alarak Albert Einstein dahil tüm bilim insanlarının en üstünde tutulmuştur. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov da, Newton'dan ''tarihin en büyük bilim insanı'' olarak bahsetmiştir.

Sana ayrıcalık tanımamızın sebebi insanlığın giriştiği en önemli ve heyecan verici keşif yolculuklarından biri olan

Evrenimizin davranışını yöneten temel ilkelerin araştırılmasında rol almandır.

İki buçuk bin yıldan fazla süren bir yolculuk sonunda insanlar önemli bir ilerleme gösterdi. Bununla birlikte

Bu yolculuk son derece zor olduğunu kanıtladı ve gerçek çoğu zaman yavaş yavaş ortaya çıktı.

Yine de yirmi birinci yüzyıl bize olağanüstü yeni anlayışlar kazandırdı, bazıları o kadar etkileyici oldu ki pek çok bilim insanı fen biliminin temel ilkelerinin bir anlayışa yakın olabileceğimiz görüşünü dile getirdi.

Dünyamızın davranışının temelini ilkelere sahip olduğumuz anlayışı aslında onun matematiğinin takdir edilmesine bağlıdır.

Bazı insanlar ilköğretim düzeyinde matematik kapasiteleri olmadığı inancını oluşturacaklarından bunu umutsuzluğun bir nedeni olarak kabul edebilirler.

Pek çok insanın korkulu rüyası matematik bize ilkokul yıllarında ezberlediğimiz çarpım tablosu, basit kesirler, birleşik kesirler ve tam sayılı kesirleri anımsatır.

Bu noktada aklımıza şu soru gelir:İnsanlar

Kesirlerin manipülasyonunda ustalaşamazlarsa, fiziksel teorinin en ileri noktasında devam eden araştırmayı kavrayabilmeleri için nasıl iyi bir şekilde tartışabilirler?

Ben bu konuda iyimser davranmak istiyorum, kesirlerde dört işlem yapamayan insanların aslında sahip olduğu potansiyelin farkına varamayan insanlar olduğunu iddia ediyorum.

Mesleğinde ilk yılını tamamlayan bir coğrafya öğretmeni ile birlikte ders çalışırken onun şu tespitini unutmuyorum.

Söz ettiği öğretmen ile iyi anlaşan iki arkadaş olmuşlardır. Okuldan sonra bir kafede oturup sol görüşlü iki birey olarak muhafazakar kesimlerin dedikodusunu yaparlar, laikliğin elimizden gittiğini düşünüp beraber dertlenirler. Hiç ummadıkları anda arkadaşlıkları aşka dönüşür. Esas oğlan her zaman esas kızımıza sarılmak onu koklamak istemektedir. Ders aralarında öğretmenler odasında yalnız kaldıklarında saf öpücükler el ele oturmalar başlamıştır. İlişkinin en güzel anları ilk günlerdir ne de olsa!Mutlu yaşamında aklında hep aynı soru vardır. Bu iyiliği bana neden yaptı? Paralel evrende aile babası Necip monoton yaşamına devam ederken hafta sonları çocuklarını yazılı sınavlara hazırlamaktadır. Hayatındaki tek eğlence kitap okumaktır. Sofinin dünyasını tekrar okuyup aydınlanma felsefesine merak salar. Yalın ayak gezen Sokrates'in yaşam öyküsünü merak eder.

Ölümü Yeni Bir Felsefeci Kuşağı Doğuran Adam: Sokrates

(Baba) Sophronisbos'un ve (anne) Phainarte'nin çocuğu olan Sokrates, Atina'nın sıradan yurttaşlarından biriydi. Heykeltıraşlar loncasının üyesi olduğundan, hâlâ soyluluğunu sürdüren Atina aristokrasisine dahil değildi, ama sanki kendiliğinden bu soylu katmanın içinde doğmuş, orada yerini almıştı. Sokrates araştırmacıları uzun zamandan beri, onun sosyal konumunu açıklığa kavuşturmak için uğraşıp dururlar, ancak yine de, ortaya bütün şüpheleri dağıtabilecek kesin sonuçlar koyamamışlardır; ancak bu kararsızlıkta, "diyaloglarında" Sokrates'i vazgeçilmez hocası olarak yaşatan Platon'un payı yok denecek kadar azdır. Yetenekli, zeki, on parmağında on marifet olan bir aristokrat çocuğu olarak, Platon, akrabası Kritias'ın yolundan gitmeye kalkıp önce tragedya yazarlığını denemişti. Gelgelelim Sokrates ile tanışır tanışmaz, yazdıkları, edindiği yeni ilke ve anlayışların ışığında gözüne değersiz göründüğü için onları anında gözden çıkartacaktı. Öyle düşüncesizce, heyecanla atılmış bir gençlik adımı değildi bu; Sokrates, Platon'un bütün bir ömür boyu rehberi olacak; filozof, hocasına duyduğu minnet borcunu ya da ona karşı yerine getirmesi gerektiğini düşündüğü görevi, hemen bütün felsefi düşüncelerini, Sokrates'in ağzından yansıtmakla yerine getirecekti. Ne var ki, bunu yaparken, Sokrates karakterini ve tipini öylesine "Platonlaştırmış", öylesine idealize etmiştir ki, bugün artık Sokrates ile Platon'u birbirinden ayırma imkânı neredeyse ortadan kalkmıştır. Sokrates'in Savunması, edebiyat tarihinin ilk biyografilerinden, hatta monografilerinden sayılabilir. Bu ilişkiden alabildiğine radikal, ama pek de şaşırtıcı olmayan sonucu çıkartan O. Gigon, günümüzde, Sokrates efsanesinden yola çıkarak tarihsel düzlemde geçerli, güvenilir bir tabloya ulaşmanın imkânsızlığına işaret eder. Demek ki Sokrates olayını ister istemez, öteki kimselere ve hayata yaptığı etkilerden, daha doğrusu, dışa yansımış sonuçlardan hareketle kavrayabiliriz. Bu etkiler Atina gençliğinde, ama elbette özellikle soylu zümrenin gençleri arasında öylesine yatay bir yayılma göstermiştir ki, Atina polis cemaati, polis'teki varlığını tehdit altında hissedip, önlem almak zorunda kalmıştır. Çare, melanetin nedenini ortadan kaldırmak, yani Sokrates'i öldürmekti. Sokrates, savunmasını bir tür "ithama" çevirmiş, kendisine aralanan bütün kurtuluş kapılarını kendi elleriyle kapatmıştı. Az sonra bu konuya bir kez daha döneceğiz, ama asıl işaret edilmesi gereken nokta, bu duruşmanın ve hükmün, daha sonra da Sokrates'in infazının, dünya düşünce (felsefe) tarihinde bir daha eşi örneği görülmeyecek bir gelişmeye yol açmış olduğu gerçeğidir: Çünkü, Platon, bu vakanın ardından felsefe ile devlet ilişkisi sorununu ömür boyu göz önünde tutmak üzere, aktif olarak politikaya atılmaktan vazgeçmekle kalmamış, bu kararı sonucunda, dünya felsefesine yön verecek bir "filozof" olup çıkmıştı; bundan da öteye bu duruşma ve sonuçları, Yunan felsefesinin bundan böyle bütününe yön vermiş, felsefenin temel ilkelerini belirlemiş, en başta da felsefenin devlet karşısındaki yerini tayin etmişti; öte yandan yeni filozofların hepsi birer "Sokratesci" kesilecekti; insani olanı, bütün dünyevi ihtiyaçlarından arındıran, insanı en temel ihtiyaçlarla sınırlandıran ve öğretisi değiştirilerek bütün bir Stoacı öğretinin içinde sürüp giden Atinalı Antishenedes'ten tutun da, hazcılık öğretisi, Atinalı Epikuros tarafından değişiklikler yapılarak Epikuroscu Okul'da yaşamaya devam eden, hayatın tadını çıkarmayı her şeyden önemli gören Kyreneli Aristippos ve edebiyat çalışmasının önemli bir bölümünü sevgili hocasına ithaf edip, onun düşüncelerini haklı çıkarmaya yönelten polis yurttaşı, cesur, dürüst, sözünü esirgemeyen Xenophon'akadar, Sokrates'in ölümü yeni doğuşların toprağı oldu. Platon ise felsefi diyalogların dışında da hocası hakkında, doğruluğunu gene bizzat Sokrates'e tasdik ettirdiği bir portre sunar. Atina'nın ünlü devlet adamı ve Sokrates'in öğrencisi Alkibiades'in tragedya yazarı Agathon'un bir şölende yaptığı konuşmadır bu portreyi bize sunan. Kuşkusuz bu konuşma da Platon'un bir buluşudur ve bu konuşmadaki Sokrates portresinin idealize edilmiş olduğuna hiç kuşku yoktur; çünkü konuşmayı kaleme alan Platon'un, hocasına olan sevgisinin etkisi altında nesnelliğini yitirmiş olduğunu düşünmek zor olmasa gerekir. Ancak büyük düşünürün, hocasını anlatırken gündelik, geçici, belirleyici olamayanın gerisindeki asıl kalıcı, öz olanı yansıtmaya özen gösterdiği de belli oluyor. Sokrates insanı zorlayıcı, belli bir yöne adeta sürükleyen bir kişiliğin bütün özelliklerini taşır. Eşi benzeri zor bulunur bir insancıllığın temsilcisidir o. Hayat demek yaşamak demek, büyük daimon Eros'un hizmetinde alçakgönüllü katkılarda bulunmak demektir ona göre. Hem zihinsel-entelektüel hem de fiziksel-bedensel üreme (yaratma) itkisinin öteki adı olan Eros, geleneksel bütün değerlerin tartışılır hale geldiği, sallanmaya başladığı, yeni değerlerin arandığı alabildiğine çalkantılı bir dönemde, filozofu, gençliğin yolunu aydınlatmaya çağırmaktadır. Burada kısa bir parantez açıp, bir kez daha Sokrates'in bu çalkantı içindeki konumuna tarihsel-felsefi düzlemden bakmamız gerekiyor. Sofistler felsefi-epistomolojik düzlemde, genel geçerli normları sarsıcı öğretiler ortaya atmaktaydılar. Ölçü insan olunca, sadece algıların genel, ortak bir doğruyu temsil etmelerinden kimse emin olamamakla kalmıyor, aynı zamanda başta Atina olmak üzere, polis-devletlerinin toplumu yönetmeleri için gerekli dinsel-politik ve ahlaki genel geçerli normlarının ya da kurallarının varlığına da itiraz yöneltilmiş oluyordu. Bu politik-dinsel otoritenin çökmesi, toplum düzenine kaosun hâkim olması demekti. Sofistler bu yönden bakıldığında ilerici, sarsıcı, aydınlanmacı bir düşünce yolunu ve hayat tarzını öğretiyorlardı. Sokrates, duruşmalarda, aynen Sofistler gibi, parayla zengin çocuklarına ders verme suçlamasıyla baş başa kaldı; (bkz. Sokrates'in Savunması) ancak görüşlerinin Sofistlerinki ile örtüştüğünü söylemek zordur. Tersine, bireysel olanın ölçü olamayacağını düşünmektedir o; eski, geleneksel olanın batıp gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bu fırtınalı denizde, aslında sıradan bir yurttaş olan bir adam, Sokrates, bu kaosun karşısına dikilmiş, gerek toplumsal gerekse de siyasal hayatta bireyüstü, genel geçerli bir töresel birliğin, geneli bağlayıcı, sarsılmaz ilkelerin savunmasını yapmıştır. Diyalektik Bu noktada yöntem konusunda ilginç bir durum çıkıyor karşımıza: Sokrates'in gerçekte etkili olabildiği dar çevrenin dışına uzanabilmesini de mümkün kılan adımlardan biri, onun, Sofistlerin soru-cevap (diyalektiğini) yöntem olarak kendi görüşlerini benimsetmekte kullanmanın mümkün olduğunu fark etmesiydi. Tamam, Sofistler genel geçerli, bütünü bağlayıcı hiçbir ilke kabul etmeyip, insanı her şeyin ölçüsü saymaktaydılar, ama girişimlerinde, köhne sistemin her düzlemine de hak ettiği darbeyi vurmaktaydılar. Sokrates, bilimin hayranlık duyulan büyüklerini, politikanın kudretli adamlarını bu yöntemle silkeleyebileceğini, o zamana kadar sürdüregeldikleri düşünce ve ilkelerini çürütebileceğini fark etmişti. Sokrates, bilim adamlarının ve politikacıların zihninde "hiçbir bilginin bulunmadığı başlangıçtaki yaşantı durumuna" dönüşü, bir tür "tabula rasa" halini, Sofistlerin yöntemiyle sağlamaya çalışmalıydı. "Bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir" ilkesine dayalı bir başlangıç yapmak, bütün o "büyükler", kudretli politikacılar için elbette derin bir nefretin yeterli nedenini sunmaktaydı. Ancak ilk bakışta bu hiçbir şey bilememe biçimindeki bir başlangıç durumunu kabul ettirerek, buradan hareketle düşünceyi geliştirmeye çalışan Sokrates sarsılmaz ödünsüz iradesiyle, genel yasal düzenliliklere uyuşuyla, ilkelere ölünceye kadar bağlı kalışıyla, bir ikinci düzlemde Sofistlerden kesinlikle ayrılıyordu; (ayrıca Delphi kâhinine göre kendine görev verildiğinden de emindir Sokrates), bu seçilmişlik inancı ve ilkelerine sonuna kadar bağlı kalma kararlılığıyla, arkadaşlarının, ölüm cezasını durdurma tavsiyelerine de uymayacaktır. Kararı veren yargıçların, Sokrates'in nasıl olsa bir kaçma yolu bulacağından emin olduklarını düşünebiliriz; bu nedenle de kararlarını verirken işin ölüme kadar varacağını ummamış olmalıydılar; ancak Sokrates, önünde açılan kaçma imkânını ilkelerine ve hayat boyu temsil ettiği düşüncelere ihanet olarak algıladı, çünkü haklı ya da haksız, verilen hüküm yasaları temsil eden yargıçların kaleminden çıkmıştı; o bu yasalara sonuna kadar bağlı kalmaya kararlıydı. Bütünün düzeni, hiçbir zaman toplumun tek tek üyelerinin, bütün karşısında önemsiz olan yan kaygıları ya da ihtiyaçları nedeniyle sarsılmamalıydı. Her şey iyi de, öğrencileri için gene de bir gerçek vardı: Hocalarını kaybetmişlerdi. Tayin edici olan da buydu. Ara sıra gülünç davranışlarda da bulunmuş, kendini güldürünün nesnesi olarak da kullandırmış olan Sokrates, sonuçta onu tanıyanların gözünde idealize edilerek, bütün bilgelikleri kimliğinde temsil eden, ölüme, ilkeleri doğrultusunda gözü kapalı giden bir kahraman olarak yeniden yaratılıp felsefe ve insanlık tarihine armağan edildi. Platon ise Sokrates kişiliğinin her iki yanını da gösterir. I. Kitap'ta hayatın içindeki insan Sokrates ile arayan eristikçi, yani güzel söz ustası birini tanıştırır Platon bize. II. Kitap'tan itibaren aydınlatıcı hoca, Adeimantos ve Glaukon'un temsil ettiği Atina gençliğinin yol göstericisidir o artık. Sokrates uyandırma faaliyetini Atina'nın sokaklarında, agoralarında, soyluların misafirhanelerinde ve ordu karargâhlarında gerçekleştirir. Bütün bir "polis" onun "politik" faaliyetinin sahnesi gibidir. Bu yerlere veda etmesi, bugünün yaygın bir deyişiyle "kamusal alana" veda anlamına gelmiştir. O andan sonra Sokrates için meydanlar ve sokaklar herhangi bir faaliyet gerçekleştirmesine uygun olmaktan çıkar. Platon ise sevgili hocasının ölümü üzerine, kentin kuzeybatısında Heros Akademisi'ne çekilip orada öğretmenliğe başlar. Aktif politika yapma isteği ile politika deneyiminin öğrettiği ve politikayı imkânsızlaştıran acı gerçekler arasındaki ikilem, onu her şeye rağmen çaresizliğin ve umutsuzluğun karanlıklarına sürüklemez. Çok geçmeden uzak ve yakın çevrelerden gelen genç yaşlı birçok insan, hatta anlatıldığı gibi, erkek kılığına girmiş kadınlar Platon'un derslerine girmeye başlarlar. Burası, günümüzdeki okul kavramının bizde çağrıştırdığı ilişkileri temsil etmekten uzak bir eğitim merkezidir. Öğrenen ve öğreten arasında bir yaşantı birliği söz konusudur. Yıllarca süren bir eğitimdir bu, hatta Aristoteles örneğinde olduğu gibi, ancak hocanın, ustanın ölümüyle kesilen bir eğitim sürecidir. Bu eğitimle harmanlanmış hayatın hedefi, hakiki, doğru ve iyi olanın bilgisine, VI. Kitap'ın sonunda okuyacağımız "ebedi İdealar âleminin güneşine" ulaşmaktır; ancak bu İdealar'a ulaşma hedefinin içinde baştan itibaren politik amaçlar da yer almıştır. Dinleyicilerin ne olması gerektiğini bize VII. Kitap söyler: Dört duvar arasına çekilmiş, hayattan kopuk bilgiçlik değildir amaç, filozoflar olarak devlete yol gösterebilecek adamlar olmaktır. Dolayısıyla da Dion'un tiran Dionysios'a karşı Siracusa seferine akademisyenlerin ve akademi öğrencilerinin de katılmış olması ve Platon'un Dion'a hayırlı yolculuklar ve başarılar dilemekle kalmayıp ona eşlik de etmesi anlaşılır bir durumdur. Platon'un Atina'nın epey uzağındaki bir yere yapılan sefere katılması, bize bir şeyi daha göstermektedir. Platon'un zihin gözü, sadece memleketi olan Atina polis'ine değil bütün Yunan kentlerine, Helenlerin ve barbarların[35] dünyasına çevrilmiştir. Platon bu noktada hocası, ustası Sokrates'i çok gerilerde bırakmıştır. Söz konusu dünyanın büyük bir bölümünü kendi gözleriyle gören Platon'un, Mısır'a ve Asya'ya gidip gitmediği kesinlikle bilinmemekle beraber, İtalya'da bulunduğu, hatta Sicilya'ya üç kez gittiği bilinmektedir. Platon orada Pythagorascılarla, özellikle de Tarentli Arkhytas ile felsefi ilişkiler kurmakla kalmamış, Siracusa tiranının sarayında baskıcı bir politikanın boyutlarını da tanımış, buradan kendi politik görüşlerini geliştirecek veriler toplamıştır. Kendi yurdunun demokrasisi ile Sicilya'daki tiranlığı karşılaştırarak demokrasinin kimi zaaflarını tespit edebildiği gibi tiranlık ile tiranın (zorbanın) bir devlet ve insan/yönetici tipi olarak temsil ettikleri olumlu ve olumsuz yanları görebilmiş, bu arada Siracusa tiranı ile aynı çatı altında kalarak onun aile içi yaşayışını, tebaasına davranış ve tavırlarını gözlemleyebilmiştir; bu şartlar, her şeyi olanca çıplaklığıyla, süslenip püslenmeden, tiyatrodaki gibi poz haline gelmeden zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla görmesine imkân vermiştir. Tiranın gücü, kudreti iktidar sahibinin iradesine karşı çıkacak hiçbir karşı gücün bulunmamasından ileri geliyordu Platon'un gözlemlerine göre.