11

Bu yüzden mi genetik mühendisliği ile ilgileniyorsun? Milletlerin ırklarını çözmek için mi,bay Lee?

-Genetik mühendisliğinin geleceğin mesleği olduğunu düşünüyorum.

-yazılım mühendisliğinin şansı yok mu? Dijital çağda yaşıyoruz.

-yazılım beni güldürmüyor, teacher. Kişinin daha evvel gülüp geçtiği hikâyeler, birden ürkütücü bir güç kazanırlar .

-filozof gibi konuştun,bu günlerde eşsiz bir kitap okuyorum.

Eşsiz Bir kitap

Platon'un bu eserinin "Diyaloglar" arasındaki en büyük eser olduğunu söylemek mümkündür. Platon kendi itiraflarına bakılacak olursa, memleketi olan kentte aktif politik faaliyetler için imkân bulamamıştır. Üç kez gittiği Sicilya'da da Dionysios hanedanlığının tiran yönetimi altında politik faaliyetin imkânsızlığını kavramıştır. Baba oğul Dionysios'ların sarayı bir tiran, bugünün kavramıyla bir "diktatörlük" merkeziydi. Gelgelelim ustası Sokrates'in, bu dünyanın, özünde kötü olamayacağına ilişkin inancı Platon'un politika ile ilişkisini belirlemeye yetmiştir. Sokrates'e göre kötü olamazdı bu dünya, çünkü dünyayı tanrılar yönetmekteydiler ve tanrılar, tanım gereği kötü olamazlardı.

-yaşadığımız bu kadar kötülük neden var o zaman, teacher?

-yaygın bir fikir olarak Dünyada kötü olan, tanrıya aykırı, bu da maddesel, somut olandı; aynı zamanda bir ruhsal yanı da bulunan insanda ise hem "iyi" hem de "kötü" bir arada bulunmaktaydı., Lee.

Platon da bu kanaati paylaştığı için, politika konusundaki olumsuz görüşlerine ve bu alandaki kişisel başarısızlığına rağmen bu dünyadan umudu kesebilecek, iyinin imkânsızlığına inanıp teslim olabilecek biri değildi; ustası Sokrates gibi iyi'yi savunmalı, korumalı ve gücü yettiğince kötü'yü önlemeye çalışmalıydı. Bunu yapabilmesi için de en başta kötü'nün nedenlerini bulup ortaya çıkarmak şarttı elbette. Bu arayışı, Platon'u gene kendi açıklamalarına göre, hemen yolun başında toplumun törelerine, âdet ve geleneklerine yöneltti.

Bunu söylemekten utanıyorum ama toplum olarak geleneklerimiz kötülüğün temsilcidir.

Namus cinayetleri kurbanın en yakını tarafından işlenmektedir.

Katil kimi zaman baba kimi zaman erkek kardeş yada kocadır.

Hükümet töre cinayetlerinin statüsünü değiştirdi ve bu da iyi ve geç bir gelişme oldu.

Israrlı takip suç oldu.

İnsanların Platon döneminde, tanrılara, yurtlarına ve birbirlerine nasıl davrandıkları, hareket motivasyonlarının neler olduğu, anlaşılması gereken, kötü'nün kaynağına inmeyi sağlayacak soruları oluşturmaktaydı.

Platon insanların bu üç kurum ya da merci karşısındaki hatalı tutumlarını ölçecek mihenk taşı olarak uzun zaman önce tespit ettiği dört ana erdemin temellendirdiği normları kullandı. Bu normların başında özellikle düşmana karşı erkek gibi davranmak geliyordu; bu özellik erkekliğin asli özelliğini oluşturmaktaydı ve yetenek, beceri, erdem anlamlarına gelen arete ile hemen hemen eşdeğerliydi.

Gözü pekliğe, atılganlığa, düşüncesiz davranışlara karşı bir kutup oluşturan ve temkinli davranmaya çağıran bilgelik, kurnazlık, akıllılık da öteki öbekteki normları oluşturmaktaydılar. İnsan karakterinin dengesini kolayca kaybetmesi, insanın rahatlıkla denetimini yitirebilmesi, kolayca sinirlenebilmesi gerçeği karşısında, kendine hâkim olma, ölçülü davranma özelliği de, bir başka davranış ilkesini oluşturmaktaydı. Kişinin kendini terbiye etmesi talebinde, kendine hâkim olma özelliği, ideal bir davranış olarak anlaşılmaktaydı. Nihayet, hem kendine, tutkularına, hırslarına karşı hem de öteki yurttaşlara karşı eşit, ölçülü davranışlarda bulunma özelliği geliyordu. Kişinin kendine hak olarak gördüğü şeyi başkasına da tanıması; dışa dönük yüzüyle insanın kendine, hırs ve tutkularına, güç ve iktidar kullanma arzularına hâkim olması demekti bu; öteki deyişle adil davranmaktı. Bu açıklamalardan sonra, hem Platon hem de Yunanlılar için dikkatli, ölçülü davranma anlamındaki sophrosyne ile adalet, hakkaniyet anlamındaki dikaiosyne kavramlarının birbirlerine oldukça yakın olduklarını söylemek mümkündür. Öteki insanlara karşı takınılması gereken tavır ve tutuma bir başka davranış özelliğinin de eklenmesi gerekir. "Daha yüksek düzlemde olanlara", büyüklere, tanrılara, tanrısal varlıklara gösterilmesi gereken saygı, yüceler karşısındaki hürmet ve dindarlıktır bu.

Platon ileride, bu saygıyı ve dindarlığı adalet ile birlikte yorumlar, ondan hemen hemen hiç ayrı tutmaz. Platon'un davranış normları listesi, bir bakıma, birkaç "çeviriden sonra" zorlayarak "erdemleri" de diyebileceğimiz talepleri, aşağı yukarı bunlardı; değerler dünyasında ortaya çıkan değişmelerin ilk izlerini ya da buna tepkileri Politeia'da bulmak mümkündür.

Cesaret, zekâ, akıllılık, ölçülü, aklı başında davranma ve adil olma, insanın doğru davranışının özellikleri olarak onun yaşadığı günlerde hâlâ geçerliliklerini korur görünseler de, bu davranış tarzlarının içerikleri artık iyice tartışılır hale gelmişti. Örneğin mutlak bir değer olan tanrısal vahiy (içedoğuş) unutulmuş gibiydi; ayrıca o zamana kadar edebiyatçılardan ya da soylu sınıfın geleneğinden alınmış ahlaksal/töresel herhangi bir davranış normu, birden belli bir sınıfın üyelerinin kendi yarar ve çıkarları için getirdikleri keyfi, iradi bir dayatma olarak işlevselleşmişti. Bu da toplumsal hayatın temellerinin sarsılması demekti; çünkü bir eylemin anlam ve içeriğinin değerlendirilmesi ve anlaşılması bakımından duruma ve çıkarlara göre ortaya önemli farklılıklar çıkacaktır. Bir toplumun üyeleri, birlikteliğin vazgeçilmez temel davranış ve tutumlarının ne olduğu konusunda bir uzlaşmaya gidemiyor, normlar göreceleşiyorsa o toplum, o sosyal cemaat parçalanmaya, yıkılmaya doğru evriliyor demektir. Bağımsız bir toplum, devletini bir "tanrıların hâkim olduğu" devlet olarak yorumlayıp hukukunu, hakkını bu ilkesel temel üzerine kurduktan ve adaleti bu temelde meşrulaştırdıktan sonra, kalkıp bir Sokrates'i haksız, toplumsal birlikteliğe zarar veren ve bu birlikteliği yıkmaya çalışan biri olmakla itham edip yargılayabiliyor ve ölüme mahkûm edebiliyorsa, bu durumda ya bile bile haksızlık yapılmıştır ya da artık doğru, haklı ve adil olanın ne olduğunu bilen kalmamıştır. Hani bu konuda bir şeyler öğrenmeye hâlâ elverişliyseler onlara artık bir şeyler öğretmek şart olmuştur. İnsan, "Polis" ve Tanrı Ahlaksal normların içeriklerinin yorumlanışında ortaya çıkan değer değişikliklerinin Yunan "polis" devletinin başta sözünü ettiğimiz politik-ekonomik zaaflarının, Sofistlerden gelen "aydınlanmacı" darbelerin ve merkezin gittikçe muhafazakârlaşma kaygılarının sonucu olduğunu da unutmamak gerekir. Platon ve onun Politeia'sının, bu muhafazakârlık, restorasyon (eskiyi, kadim düzeni onarma) ve "ilericilik" terazilerinin kefelerinde nereye konabileceğine de metnin bütününü ve elbette Platon felsefesinin tamamını tanıdıktan sonra karar verebileceğiz herhalde.

Platon, İnsan-Polis-Tanrı üçlü basamağının birbiriyle çözülmez bir bağ oluşturduğuna olan kesin kanaatinden ötürü, hayatını, bütün bir devletselliğin vazgeçilmez temeli olan adaletin ne olduğu sorusunun açıklamasına adayacaktır. Zeus'un kızı olarak tanrıçalaştırılmış olan "hak" (hukuk), tanrılardan geldiği için kutsal buyruk (yasa) olarak atalardan kalmadır; ama işte şimdi, görünen odur ki (Sokrates davasında olduğu gibi) objektif, yansız bir kılavuz olma özelliğini yitirmiştir hukuk ve bunun dayanması gereken adalet anlayışı. Neyin adil ve haklı, neyin haksız olduğunu tayin etmek için başvurulması gereken mihenk taşı, Arşimed kaldıracının o ağırlık merkezi nerede aranıp bulunabilir, sorusu öne çıkmıştır.

Hukuk ve adalet konusunda en üst, yüce bir kata (tanrıya), tartışılmaz, mutlak bir ölçü koyan bir kaynağa baş vurmak Platon için imkânsızdı. Onun "İdealar" öğretisi ile en yüce iyi ve tanrı arasındaki ilişkiyi enikonu tartışarak, adalete, haklılığa kaynak arama serüvenini kavramaya çalışabiliriz biraz. Hiçbir Yunan tanrısı, "kişisel" olarak (bu adalet tanrıçası da olsa) Yunan toplumuna ebediyen geçerli bir hakikatin temsili, mutlak bir nihai güç olarak göstermemişti kendisini. (Sokrates'in Savunması'nda, Sokrates'in, Delphi kâhini üzerinden kendine yönelik bir vahiyden söz etmesi, filozof olarak kendini görevlendiren gücün tanrı olduğunu söylemesi, duruşma meclisinde büyük tepkilere yol açar.

Platon'a göre gene de, dünyanın anlamını içinde taşıyan tanrısal-nihai bir gücün var olması şarttı. İdea; İyi'ye ve İdealar'a Bakmış Ruh Platon bu görüşe ömrü boyu bağlı kalacak ve tanrısal olanın içerdiği o nihai doğruyu, "son şeyi" nasıl tanımlayıp kavrayabileceğimizi araştırıp duracaktı; o noktada artık aklın, kavrama yetisinin güçlerinin kendi sınırlarına dayandığını kabul edecekti Platon; ne kadar zorlansa enikonu aklileştirilemeyecek bu "son şey", ancak tanrının tam doğru, mutlu bir anda sunduğu görme, bakma (seyir etme) üzerinden kendini bize gösterecektir; ancak "bu son şey" kendisinin ötesindeki başka kavramlara ayrıştırılamaz; kendi kendinin kavramı olduğu için de, (akıl ile) açıklanamaz; hakikaten var olan bir şeydir o, varlıktır, (olma-hali'dir) o kadar ve ona inanmak zorundayızdır.

-aslında bu düşünce tarzını geometride de görüyoruz. Beşinci postülat tartışmasız doğru kabul edilmiştir.

Matematikte ise sıfıra bölme tanımsızdır deyip işin içinden çıkıyor bilim insanları; bir noktada sorgulama yapmadan kabullenmek kolay geliyor.

Bu en son ve en ilk şey'in, dünyanın başlangıcı ve ilkesi olan "iyi" olduğu konusunda Platon'un hiç şüphesi yoktu. Bu "iyi'nin" karakteristik özünün neden ibaret olduğu sorusu ise, bir yana bırakılması gereken bir soruydu .

Akademi çevresi içinde bu nihai ilke, yani "iyi" konusunda sadece tek bir ders yapıldığını öğreniyoruz. İlginçtir bu; yani Platon, Sokrates'in düşüncelerini ve kendi düşüncelerini dış dünyaya iletmek üzere seçtiği "diyalog" yolunu bu konuda harekete geçirmemiş, "iyi'nin" içeriğinin ne olduğu konusunda sallantılı, kararsız değinmeler yapmakla yetinmiştir.

Platon'a göre, "iyi" ancak imge içinde, "bakılarak" farkına varılabilecek, varlığı düşünülebilecek bir şeydir. Bu "ilk-iyi'yi" biz ancak şöyle yaklaşık olarak, ona yönelttiğimiz taleplerin oluşturduğu özelliklerin üzerinden kavrayabiliriz. Bu dünyanın (evrenin) nesnelerinin hiç durmadan dönüşmesi, değişmesi, oluşması ve yok olup gitmesi karşısında, hiç değişmemiş, hareketsiz, kendisiyle aynı kalmış, ebedi bir şey bulunmalıdır. En yüce tanrısal olan, mutlak ölçüdür. Ancak, Platon'un bu sarsılmaz, tanrısal ölçünün pratik, dünyevi hayat ile ilintilenmesi konusunda ise alışılmadık bir görüşü vardır:

Kişilikten tamamen yoksun, sonuçlara yol açacak etkiler yapmayan, güç, ışın yaymayan bu ilkesel şeyden, bu tanrısal olandan, aşağıya, insana giden hiçbir yol bulunmamaktadır. Bu anlayış, Platon'dan yüzlerce yıl sonra ortaya çıkan Hıristiyanlık düşüncesine alabildiğine ters, bu yönden de anlaşılması zor bir kavrayıştır. Hıristiyan insanı, o ilk günahtan Tanrı'ya ulaşacak bir yol bulamamıştır; ilk günah, insanı Tanrı'nın cennetinden kovmuş, dönüş yolunu tıkamıştır; bu durumda "kurtarıcı", Mesih, bu cennete dönüş yolunun döşeyicisidir. Platon için ise yapılacak tek şey, insanın yoluna gitmesi, tanrısal olanı elinden geldiğince arayıp durmasıdır; aynı zamanda hem iyi, hem hakiki hem de doğru, güzel olandır bu tanrısal olan ona göre. Yukarıya tırmanma sırasında, bu tanrısal-var olanın en alt basamakları, insanın tırmanmasını kolaylaştırırlar. "İyi"nin hemen altında o sayısız "İdealar" bulunmaktadır.

Burada bir parantez açıp Platon'un bu "varlıklar üstü" dünya ile, İdealar ile dünyada onların "gölgeleri" olan nesneler, o sonsuz sayıdaki varlık arasındaki ilişkiyi, daha doğrusu bağı nasıl tasarladığını sormamız bir işe yaramayacaktır. Dünyadaki her nesne, İdea'sının bir yansımasıdır, ama bu yansıma ilişkisinin ne türden olduğunu açıklamak gereksizdir sanki.

-hepimiz bir ideanın yansıması isek bu takdirde idealar dünyası aslında öldüğümüz zaman varacağımız "öteki taraf" olmuyor mu teacher?

-burada dediğin gibi ruh kavramına giriş yapmak zorundayız.

Hegel felsefe sisteminde de ilk ilke, mutlak akıl olarak anlaşılan "geist"ın, nesneleşme basamaklarına geçişi, dönüşüp durması konusundaki "gevşekliğe" benzer bir durum söz konusudur.

Deneyimlerimizin bütün nesnelerinin ve değerlerinin hakikaten var olan ve değişmez özü olan en gerideki (yukarıdaki) İdealar, en üst ilke "iyi" gibi tanrısaldırlar ve bizden uzaktırlar. Sade, yalın, kendi kendine yettiği, kendi içinde kusursuz tamamlanmış olduğu için hareket etmeyen, değişmeyen, dönüşmeyen; tutkulardan, duygulardan yoksun bu salt, biricik hakiki dünya, İdealar dünyası, özünde mutluluğun, ruhsal esenliğin dünyasıdır da. Biz insanlar, bu İdealar dünyasının karşısında yer alırız; bu iki düzlem arasında aşılmaz, derin bir uçurum bulunmaktadır; işte tıpkı Hıristiyan inancında İsa'nın, yani kurtarıcının Tanrı ile insan arasındaki yolu döşemesi anlayışında olduğu gibi, bir aracıya, bir araca ihtiyaç vardır. Ancak bu aracı, İsa gibi bir kurtarıcı, günahlardan arındırıcı değildir Platon felsefesinde, sadece yukarıya, İdealar'ın hakiki dünyasına, mutlak iyi'ye ve tanrısal olana tırmanmayı, o yolu bulmayı sağlayacak bir aracıdır. Mantıken bu aracının bir yandan tanrısalın parçası olması bir yandan da insan ile bağlantısı bulunması gerekir; ruhtur bu aracı Platon'da.

Bir zamanlar, henüz insanın maddi bedeninin içine inmeden ve maddi-geçici, ölümlü olan ile kendini donatmadan önce tanrıların cemaati içinde, İdealar'a "bakarak", onlar ile karşı karşıya yaşamıştır.

Toplum inancının tanrıları olarak karşımıza çıkan bu tanrıların içinde de, oldukça alt düzeyde de olsa, o "ilk-iyi" kendini cisimleştirir; dolayısıyla da tanrıların da iyi olması gerekir ve tanrılar hakkında tragedya ve destan yazarlarının söyledikleri, mitosa ait bütün o kötü şeyler, Platon'a göre insanların uydurması ve çarpıtması olmak zorundadır. İnsanlara yardım edecek ve onları teşvik edecek kadar onlara yakın olan bu tanrılar ile insan ruhu akrabadır; ancak ruh, oluş'ların, yani dönüşüm ve yok olmaların dünyasına indiğinde, unutmanın nehrinden, kâh çok, kâh az su içmiş sonunda da geçmişteki hayatını, güzel İdealar dünyasını hemen hemen unutmuştur. İşte bu yüzden ruhun bir uyandırıcıya bir "şoka" ihtiyacı vardır bu dünyada, kendisi daha evvel uyanmış birine, bu da ya filozoftur ya da bir tanrıdır. Filozofla tanışan ve doğru yolu öğrenen ruh, yeniden tanrısal olana ulaşmaya çalışacaktır artık. Uzun bir çaba, zahmetli bir didinme gerektirir bu tırmanma; İdealar'a, en üst ve doğru bilgiye giden yolda insan tırmandıkça, akıl, rasyonel kavrama yetisi ve gücü işe yaramaz olmaya başlar; İdealar'a yaklaştıkça, ebedi olan, artık düşünce yoluyla ele geçirilemez, burada tanrının lütfuyla, doğru anda yüce lütfun sayesinde sadece "bakabilir" onlara. Demek ki insan filozofun yol göstericiliğinde ne kadar yükselirse yükselsin, insan ile tanrısal olan arasındaki gerilim hiçbir zaman giderilemeyecektir; çabalama ile hedefe ulaşma arasında kaçınılmaz, nedensel bir bağ bulunmaktadır. Çaba ille de (bu konuda) sonuç vermek zorunda değildir.

İnsanın trajik bir dramı, bir çaresizlik olarak görünebilir bu bize, ancak Platon bu sonuçsuz kalan çabada insanın, trajedisinin bir boyutunu görmediği gibi, zihinsel, entelektüel çabanın insana olabilecek en büyük sevinci ve hazzı verdiğini düşünmektedir. İdealar'ın güneşine doğru tırmanmak, uyanmamış kişinin tamamen dünyevi hazzı ile karşılaştırıldığında, ona göre 729 kat daha fazladır. Sofistler için insanın her şeyin ölçüsü olduğunu, genel geçerli doğrular bulunmadığını biliyoruz; bu öznelleştirici, herkesi bağlayıcı genel geçerli norm ve yasaların mevcut olmadığı anlamına gelen tespitler, toplumsal hayatın bütününe yönelik yıkıcı etkiler yaparken, Platon oku tersine çevirmekte, "mutlak iyi'nin" ve tanrısal olanın güvenilir, nihai ölçüler ve değerler sunduğunu söylemektedir.

Pratik hayat ile İdealar dünyası, yani nihai, doğru bilgi âlemi ve tanrısal olan arasında tasarlanan bu ilişki modelinden adaletin, hukukun özü hakkında kimi sonuçlar türer. Bir kere, adil olmanın, hakkaniyetli davranmanın ölçüsü, sadece dünyevi değerleri ya da tek tek bireyleri ilgilendiren içerik ve amaçlara göre belirlenemez; adalet (hak, hukuk), o ilk iyiye yönelik olmalı, buna göre değerlendirilmelidirler; bu da mümkün olduğu kadarıyla eylemlerde ve inançlarda, düşünce tarzında kendini göstermelidir. Dolayısıyla (bireyin, ölçüsü dünyevi olmayan eylemleri sayesinde) devletin İdeamsı bir özelliğe kavuşma imkânı doğar, bu imkânın gerçekleştirilmesi talebi ortaya çıkar; devlet, tanrısal ilk nedene bağlanır; onun içine yerleşir. Demek ki Platon düşüncesinde seküler (laikleşmiş) devlet, dünya düzeninin ortadan kalkması demektir. En önemli, ilk ve en güzel yasalar bu nedenle Apollon'dan alınır.

-sekülerlik yeni bin yılın başlangıcı ile ülkemde yok edildi. Eğitim tarikat ve cemaatlerin eline geçti.

Tarikatlar darbe girişiminde bulundu. Başarısız oldular evet ancak masum insanlar öldü. Cumhuriyet devrimlerine uygun giyinmeyen devlet görevlileri her kademede boy gösterdi.

Siyasal İslam büyük bir zafer kazanmıştı.

Bu dünyanın devleti İdealar'a uygun bir devlet olacaksa, yukarılarda, en geride bir "İdealar devleti" de daha doğrusu İdea olarak devlet (devlet İdea'sı) var olmalıdır. Bu dünyadaki devlet ise, hani o doğup gelişen ve değişen devlet, bu İdea'nın ona az çok uygun, sadık kopyası, imgesidir.

Öte yandan, adaletin, hukukun içeriği, adilliği özü son tahlilde ne sözle ne de yazı ile kavranıp sabitleştirilemez; çünkü adalet, hukuk ancak bu ilk-iyi'nin, somut hayatın belli bir alanı ile ilintili işlevi olarak belirlenmeye müsaittir. Böyle anlaşıldığında adil olmak, genel insani görevin gerçekleştirilmesi demektir; bu çaba, az önceki tanıma göre, iyi İdea'sına ulaşmaya yönelik olmalıdır; öyleyse, dar, belli bir yaşama alanındaki eylem ve faaliyetler de, belli bir anlamda iyi İdea'sına ulaşma çabası olarak anlaşılmalıdır.

Bu bakımdan insan olmanın gerektirdiği öteki, somut-pratik ödevleri yerine getirmeden insan adil olamaz ve hakka, hukuka, adalet ölçüsüne uygun yaşayamaz. Bu da, iyiye ulaşma çabası ile aynı şeydir. İnsanın bir bilgi sever, filozof olması ne kadar gerekli ve insandan beklenmesi gereken bir özellik ve davranış ise, onun manevi-tinsel olmayanı, dürtüleri, istek ve arzuları, biyolojik yanını bastırıp denetlemesi, ölçülü ve akıllı olması da o kadar gereklidir. Ancak bu yolda sonuna kadar gitmek isteyen kimse, bütün engellere ve rakiplere rağmen dirençli ve sabırlı olmalı, kararlılığı ve cesareti elden bırakmamalıdır ki, gereksiz ve yersiz korkularla amacından sapmasın. Öyleyse akıllılık, zekilik, bilgelik, ölçülülük ve cesaret, adaletin ön koşuludurlar ve bütün bunlar, biricik tek "erdemin" basamaklarından başka bir şey değillerdir; insanlara güç, enerji ve yetenek veren bu erdem, insan olmak, tanrıyı andıran ruhun taşıyıcısı olmaktır.

Bu yönden bakıldığında sözünü ettiğimiz dört baş erdem de ruhun işlevleri olarak görünürler; ancak bunlar kendi aralarında farklılıklar gösterirler ve bu farklılıklar, ruhsal olanın belli başlı biçimlerine karşılık gelerek ruhun özel görevlerine işaret ederler. Ruhsal hayatın bütününü gözlemleyen biri anlama yetisini ya da akıl kavrama yetisini kolayca fark edecektir. Bu ruh işlevinin konuları (nesneleri), manevi olanın, düşünülebilir olanın ve hesaplanabilir olanın alanı içindedir; arzuların, isteklerin, fiziksel ihtiyaçların yönlendirdiği yanın nesneleri ise, bu dünyanın zenginlikleridir; örneğin varlıklılık, güzellik, kuvvet, aşktan duyulan zevk, yemek, içmek bu ikinci yan ya da ruhsal işlevler grubuna girer. Ruhun bir üçüncü yanı ya da üçüncü işlevi de bulunmaktadır. İlk bakışta kendini korumaya, gerektiğinde öfkelenip saldırmaya, ayakta kalmaya imkân veren bu yanın, ruhun mantığa dayalı yanına mı yoksa öteki arzular, hırslar yanına mı ait olduğu tartışılabilir; ama nesneleri, onur, hâkimiyet, güç, kudret olan bu ruh işlevi, ikinci yana göre daha yüksek değerleri temsil ederler. Kendini korumaya yönelik bir üçüncü işlevler topluluğunu temsil eden bu bölüm, ne birine ne de ötekine aittir. Ruhun bu üç işlevini birbirinden ayırt eden temel farklılık, ruhun üç bölümünün de arasına çekilmiş kesin bir çizgiyle belirlenemez; bir bölüm düşünmeyi, ötekisi biyolojik ihtiyaçların yarattığı duyguları, üçüncüsü ise iradenin tercihlerini, isteği temsil eden bu üç bölümü birbirinden ayırt eden özellikler, bunların nesnelerinde aranmalıdır; çünkü sonuçta ruh, birlikteliği adalet erdemiyle sağlanan bir bütündür. Bu dış nesnelere karşı ruhun bu üç bölümünün ya da yanının her birinde bir tür tepki ya da faaliyete karşılık gelir: Sözünü ettiğimiz birincide, akıl, düşünme yanında, ruhun bilgi edinme, öğrenme faaliyeti ya da özelliği vardır; ruhun bugün bizim biyolojik dediğimiz dürtü ve ihtiyaçlarından doğan duygularına karşılık gelen bölümünde ise, sevinme, haz, zevk duygusu, üçüncüde ise arzu, hırs, yoğun istek vardır. Bu üç farklı alan, hayatın alanları olarak birbirlerinden ayrılabileceklerine göre, Platon'un da, ruhun bölümleri öğretisine, spekülasyon yoluyla ulaşmayıp hayata bakarak varmış olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Her nesnenin, her şeyin, her varlığın, kendine özgü görevi bulunduğunu ve bu görevleri yerine getirmek bakımından gerekli yeteneklerle donanmış olduğunu kabul edersek, ruhun bunlara karşılık gelen bölümlerinde de bu yetenekler temsil ediliyor olmalıdır. Dolayısıyla üç temel "erdem" de bu akıl yürütmenin sonucunda belirlenebilir: Ruhun akıllı, mantıklı yanına, bilme, öğrenme çabası biçimindeki erdem, yani "bilgelik erdemi" karşılık gelir; ruhun kendini dayatma, onurunu koruma isteğine "cesaret erdemi" ve nihayet ihtiyaçlardan doğan istekleri temsil eden bölümüne de, "ölçülülük erdemi." Çünkü ancak makul ve kendini denetleyen kişi, ruhun dürtü ve ihtiyaç bölümünün sürüklemelerine dengeli bir cevap verebilir; dürtülerin tatmin edilmesi baskısını, ruhun nihai amacı ile bağdaştırır. İşte bu noktada adalet, bu ruh bölümlerinin birbiri ile uyumunu sağlama gibi üst bir görev taşır; bütünün içinde her bir parçanın üzerine düşeni yapmasını, her bir ruhsal işlevin, kendi görevini yerine getirirken, ruhun bir bütün olarak "iyi İdea"sının hizmetinde asıl işlevini gerçekleştirmesini sağlar.

İki Düzlem Arasında ve Daha önce de değindiğimiz gibi, ruhu bu özellikleri taşıyan ve bu ruh sayesinde tanrı ile bağlantısını kurmaya kalkan insan, doğrudan gerçekleştiremez bu ilişkiyi, çünkü arada devlet bulunmaktadır.

Devlet olmasa, en adil, en hakkaniyetçi insan bile insan olarak yaşayamaz. Devlet, insanlardan meydana geldiğine göre, onun özü de insan yaradılışından (karakterinden) yola çıkarak açıklanabilir ancak. Devlet (insana göre) daha büyük olandır Platon'a göre, gelgelelim, daha küçük olana göre, çok daha kolay açıklanabilir; bir öğretmen, devlet üzerinden, bilgisizleri kolaylıkla eğitebilir. Bu yönteme bağlı kalan Platon, düşüncelerini önce devlet üzerinde geliştirir; bu düşünceler onu sonra ruhun yapısı modeline yönlendirirler. Söz konusu üç ruh bölümüne üç sosyal katman karşılık gelmektedir. Platon'dan önce kent mimarı, Milet kentinin ve Pers savaşlarının ardından da Peiraieus'u planlayıp inşa ettiren, Perikles'in çağdaşı Miletli Hippodamos zanaatkârları, köylüleri ve savaşçıları polis'in üç temel sosyal katmanı olarak kabul etmiştir.

Mısırlılarda rahipler, zanaatkârlar ve çobanlar, köylüler ve avcılar arasında ayırım yapılmıştır. Bütün bu ve benzeri sosyal tanımlamalar, doğaya uygun temel bir sınıflandırma mantığını yansıtırlar; belki Hippodamos'ta, mimarlıktan gelen bir üçe bölme alışkanlığı etkin olmuş olabilir; çünkü ülkeyi üç (sosyal) parçaya ve üç yasaya ayırır ve ne ticari kesime ne de zihinsel faaliyeti temsil eden tabakaya önemli bir rol atfeder. Platon'da ise sosyal bölünme, ruhun bölünmelerine paralellik gösterir. Dolayısıyla da Yunan polis'i (kenti/kent devleti) ruhun büyük bir imgesi, yansısı ya da kopyası olup çıkar. Devlet, insan ile tanrı arasındaki basamakların düzenini sağlar; tırmanmayı destekler; insanı bu basamaklarda yükseltir. Platon üçüncü sosyal öbeğin dürtülerini ve amaçlarını, mala, mülke ulaşma çabalarını isabetli bir şekilde belirleyerek, ruhun, sözünü ettiğimiz üçüncü yanı ya da bölümü ile aynılaştırır. Bu üçüncü öbek, üstlerin besleyicisi ve ücretlerini ödeyen sosyal katman, geniş toplum kitlesidir; onların ücreti (ödülü) ele geçirebildikleri ve sahip olma imkânı taşıdıkları mal, mülktür; bunlar huzur içinde, tehlikelerden uzak yaşamaktadırlar. Bu sosyal tabaka hakkında pek fazla bir şey öğrenemeyiz; evlilikleri, çocuk yetiştirme biçimleri vb. ayrıntılarıyla açıklanmaz. Sadece, bunların çocuklarının, okul eğitimine başlamadan önce "bekçiler" (koruyucular) katmanının altın ve gümüş özelliklerini taşıdıklarını belli etmeleri durumunda, üstteki sosyal katmanın içine alınmaları mümkündür. Öyleyse ille de kendi sosyal öbeklerinin üyeleri arasında kalmak zorunda değillerdir; hayatta mutlu olma imkânına da sahiptirler; çünkü mala mülke sahip oldukça iç tatmin duygusu yaşarlar.

Mutlulukları da bu tatminden kaynaklanır. Polis yurttaşlarının çoğunluğu bu katmana girer. Platon, ikinci sosyal katman olarak cesaretin temsilcisi savaşçıları ya da "bekçiler"i görür. Ruhun ikinci bölümüne karşılık gelen "bekçiler", birinci bölüme, akla, düşünme erdemine ve bu erdemin nesnesi olan bilgiye, bilgeliğe, öteki sosyal katmana olduğundan daha yakındırlar. Aslında birinci katman, ruhun birinci katmanı olan akıl bölümüne karşılık gelen kesim, en üst tabaka olarak ikinci katmandan türemiştir, ama bu katman ile arasında kesin bir ayırım sınırı bulunmamaktadır. Başlangıçta savaşçılar için, daha sonra birinci öbeğin filozoflarının tanımında kullanılan "bekçiler" kavramı, genellikle bu iki katmanı birlikte tanımlar gibidir. Bu hâkim-yönetici filozoflar katında "ideal devlet" doruğuna ulaşır ve İdealar'ın düzlemine, hatta bizzat kendilerine iyice yaklaşır. Demek ki Platon için sosyal tabakalar sadece hukuki bir bölmenin sonucunu ifade etmedikleri gibi bir yanıyla da fizik ötesi bir düzene karşılık gelirler. İdea'ya doğru yükselen bu metafiziksel düzende, yetenekler ölçüsüne göre ve bu yeteneklerin sonucunda tek tek kişilerin eğitilmişlik durumuna göre bir sosyal kademelenme söz konusudur. Yeteneğin ölçüsü ise, insanın kendi doğasının altınına, gümüşüne, bakır ve demirine bağlıdır . (Kimileyin altın bir babadan gümüş bir filiz doğar). Adalet ruhta, üç bölümün birliğini kurma, düzenini koruma görevini üstlenmişse, devletin içinde de bu adillik, bu her bir toplumsal katmanın da işlevi olmalıdır; her bir sosyal katman kendi üzerine düşeni yaptığında, model gereği, bu da bütün polis cemaatinin iyiliğine olan, adaleti gerçekleştirmek anlamına gelecektir. Hem üstüne düşeni hem de haklı, adil olanı gerçekleştirme erdemi, kadın, çoluk çocuk, köle, efendi, zanaatkâr demeden, her bir kişinin ve herkesin içindeki bir erdem haline gelmişse devletin esenliği de güvence altına alınmış demektir. Öyleyse, her mesleğin, zanaatın, resmi görevin gerçekleştirilmesi, bir yandan da kaçınılmaz bir yükümlülük, adaletin gerçekleştirilmesi olarak çıkar karşımıza. Bu temel ilkenin her zedelenişi, haksızlığa, adaletsizliğe yol açar; bu da devletin mutsuzluğu demektir. Örneğin biri, hak etmediği halde bu üç sosyal katmandan birinde yer almış olsun ya da her işe burnunu soksun. Şimdi böyle bir durumun, bu üç bölümden hangisinde ortaya çıktığına göre, devlete yönelik olumsuz sonuçları da farklı olacaktır. Sözgelimi üçüncü tabaka içinde, diyelim ki bir kunduracı ya da marangoz, bu durumda öyle hissedilir aksaklıklara, dertlere yol açmaz; oysa adil olması gereken bir yönetici, temsil ettiği adalet düzleminde hak ettiği bir yerde ise devlete büyük katkılarda bulunur, tersi durumdaysa felaketlere yol açar .

Ne yazık ki zaaf ve yetersizlik her yerde ortaya çıkabilir; insanoğlu kusurlu, hatalı olana, fiziksel-maddesel olana çok sık bağlanabilir; İdea'nın hizmetinde olmak yerine, maddesel olanın peşine takılabilir. İşte bu nedenle mümkün olduğu kadar etkili bir şekilde, kötüye yol açabilecek bütün imkân ve fırsatlar baştan önlenmelidir. Güç ve iktidarın kötüye kullanılması, insanın kişisel gücünden, kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmasından başka bir şey değildir. Bunun kaynağında da iki bela bulunur: Para ve mal mülk sahibi olma hırsı ile kadın uğruna mücadele.

İşte bu belanın ya da kötülüğün kaynakları kökünde kurutulmalıdır.

Bu kötülüğün kaynağını kurutmanın tek yolunun ilahi aşk olduğunu ileri süren sufiler vardır.

Her türlü dünyevi çıkardan uzak durmak, az yemek az uyumak ve cinsel hazdan uzak durmak.

Dolayısıyla da en üstteki sosyal öbek ile altındakine her türlü mal mülk sahibi olma hakkı yasaklanmıştır bu ideal devlette. Koruyanlar ile öğretenlerin ihtiyaçlarını üçüncü kesim, yani besleyenler karşılar. Görüldüğü gibi, Platon, genel tespit ve önkoşullardan gelerek gerçek hayata yönelik tutarlı sonuçlara varmış oluyor böylece. Döneminin bu tespitlere bağlı talep ve pratiklerin uygulanabilirliğine müsait olup olmadığı, insanların bunları gülünç bulup bulmadığı onun sorunu değil gibi. Genel çıkış noktası ile buradan türetilen sonuçların birbiri ile uyumlu olması; bu tutarlılık onun için yeterli görünüyor. Çünkü alıştırma, benimsetme ve eğitim, yetiştirme yoluyla başlangıçtaki uyum güçlükleri de ortadan kalkacak, insanlar, onun öngördüğü ilkelere sadık kalarak, devlet içinde bir arada yaşayacaklardır. Üst kesimlerin mülkiyetsizliğine yönelik çağrı, geçmişteki bir "altın çağın" cennetimsi, ilkel konumuna bir geri dönüş hayali değil, yöneticilerin, koruyucuların, bilgelerin genelin hizmetini yerine getirirlerken bencilliklerini aşmalarının şartı olarak türetilmiş bir taleptir.

Bir aile, evlilik (sözleşmesinin) yasaklanması talebi de aynı şekilde anlaşılmalıdır. Platon burada da genel ön tespitlerden pratik hayata gelir. Tanrıyı andıran insanın ruhu, aynen tanrı gibi özünde cinsiyetten yoksundur.

Cinsiyet, ruhun kurucu özelliklerinden biri değilse, erkek ile kadın özlerinde birdirler; farklılık, kadının fiziksel varlık olarak doğurabilmesi, erkeğin ise, üremeye katkıda bulunmasıdır. Başka her yönden kadın, nicelikçe, yani fiziksel bakımdan daha zayıf olma özelliğiyle erkekten ayrılır .

Platon erkek ile kadın arasında nitelik farkı bulunmadığı anlayışından, dönemi için sarsıcı olan, ama bugün bize hiç de tuhaf gelmeyen bir sonuç çıkartacaktır: Ruhu aynı olduğuna göre, aynı hizmetleri gerçekleştirebilmek için kadının da erkek ile, savaşçılık eğitimi de dahil, aynı eğitimi görmesi gerekir.

Öyleyse Platon'un gözünde bir dişi, bir kadın idealinden çok, "erkeğimsi bir kadın" ideali uçuşup durmaktadır ve bunun gerek Yunan gerekse Atina aydınları arasında yerleşik bir kökeni bulunmaktadır.

Örneğin tanrıça Athena, bakire bir savaşçı olarak Atina polis'ini korur; mitolojideki Amazonlar, tragedyadaki Antigone ya da Elektra, bunun akla gelen bir iki örneğidirler. Devlete (topluma) hizmet için kurulan birliktelik, cinsiyetler arası birlikteliğe ve çocuklara götürür bizi. Bu birlikteliğin amacı, cinsel hazzı doyurmak olmayıp sadece ve sadece genelin iyiliği ve mutluluğuna hizmet etmektir; çünkü bütünün ya da devletin geleceği, bekçilere, yöneticilere bağlıdır. En iyi çiftin belirlenmesinde, atların ve köpeklerin çiftleştirilmesinde olduğu gibi, soyun sağlamlığı, güzelliği göz önünde tutulur.

Yöneticiler çiftleşmeleri için en büyük kahramanlar ile en iyi kadınları bir araya getirirler ve devletin bayram günlerinden birinde bunları bir evlendirme töreni ile çocuk üretimine yöneltirler. Güneş Ülkesi'nde de Platon'un ideal devlet anlayışından alınmış bu eşleri seçme anlayışının belirgin izlerini buluruz.

Çocuklar zaten hiç tanımadıkları anne babalarına ait değillerdir; bütün anne babaların ya da büyüklerin çocukları sayılır onlar. Aralarından güçlü kuvvetli ve yetenekli olanlar seçilip eğitilirler. Zayıf, yetersiz çocuklar ve bu "resmi" yolun dışındaki birleşmelerden olan çocuklar için herhangi bir eğitim programı bulunmamaktadır.

-hitler bu metini okuyup mükemmel nesil oluşturmaya karar vermiştir, sanırım.

Tek tek bireylerin kaderleri bakımından büyük bir haksızlık, insafsızlık gibi görünen bu anlayış ve ona bağlı pratik öneriler, biyolojik yasaların gereklilikleri olarak meşrulaştırıldığı gibi, son tahlilde bireyin toplum karşısındaki yerine ilişkin anlayışla da desteklenir: Toplumun esenliği ve çıkarları karşısında birey geri düzleme düşer. Çünkü Platon'un önerdiği yöntemle seçilip yetiştirilen çocuklar, sadece biyolojik bakımdan sağlıklı, güçlü bir insan soyunun devamını güvence altına almakla kalmazlar, aynı zamanda devletin birliği ve bütünlüğüyle birlikte, neşe ve mutluluk veren bir toplumsal düzen de gerçekleşir. Maldan mülkten yoksunluk, çocuklar ve kadınlar ile oluşturulan özel birliktelik ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın gerçekleştirilmesi gereken eğitim-meslek edinme eşitliği üzerine devletin bekasının temel güvencesi dayatılmıştır; anlaşılacağı gibi, biyolojik-toplumsal bir zemindir bu ve devlet, kendi zeminini oluşturmada getirdiği önlemler ile bir bakıma kendini, bütünü sağlama almış olacaktır. Söz konusu önlemler ise, kimsenin eşini istediği gibi seçememesi talebinde olduğu gibi, insanın biyolojik-güdüsel yanını, cinsel dürtülerini, para, iktidar hırsını vb. akıl ile (devlet aklı ile) bastırması anlamına gelmektedir. Genelin iradesine katı ve ödünsüz bir buyruklar toplamı olarak boyun eğme mecburiyetinin temel varoluş ilkesine dönüştüğü ve iki üst sosyal öbeğin hâkim kesim olarak ortaya çıktığı bu ideal Platon devleti, Hıristiyan tarzı bir manastırı çağrıştırmadan edememektedir.

Manastırdaki hedeflerden farklı olarak burada İdealar ile, devlet İdea'sı ile uyum içinde olan hizmetler, aktif devlet hizmeti olarak karşımıza çıkar. Gerçi, bu "manastırda" bekçiler cemaati," bedensel, fiziksel olanı, manastırdaki gibi yok saymaz, bedenin isteklerini "öldürme" yoluna gitmezler, bunlar dışa dönük yüzleriyle olduğu kadar, yukarıya, İdealar dünyasına bakan yüzleriyle de daha çok bir bedensel-ruhsal ahenk içinde yaşarlar. Devlete ve de İdea'ya yönelik bu hizmetin sonucunda kişisel mutluluğu hak etmişlerdir. Filozoflar ve bekçiler, altın-gümüş karakterli anne-babaların çocuklarını seçerler; ama bu seçimle devlet henüz (idari bakımdan) gerekli güvenceye kavuşmuş sayılmaz. Bu çocukların eğitimi-yetiştirilmeleri onların doğal yeteneklerini ve becerilerini geliştirecek, devlete, bütüne yararlı hale gelmelerini sağlayacaktır. Yunanlılar, mümkün olanın sınırını abartmadan, gerçekliği fazla zorlamadan da olsa, eğitim/yetiştirme'nin büyüsüne, gücüne öylesine inanıyor, kişilik gelişmesinin bu ayağına öylesine büyük anlam atfediyorlardı ki, onlar için eğitim/yetiştirme kavramı aynı zamanda "kültür" kavramı ile örtüşüyordu. Bir devlet ideali ortaya atan Platon'un, bu durumda eğitim/yetiştirme önlemlerini ve ilkelerini tanımlamamış olması elbette beklenemezdi. Böyle bir kaçınılmazlık Platon'u, kendi dönemine kadar uzana gelmiş bütün eğitim/yetiştirme anlayış ve ilkeleri ile hesaplaşmaya da götürecekti. Filozofların eğitim ideali, genel eğitim/yetiştirme hedeflerini belirlemekte tayin edici etmendi. Beden ile ruhun kusursuz ahengi olarak belirlenmiş bu hedef, bütün eğitim kurum ve mercilerinin ilke ve yönlerini çizerken, eksiksiz eğitilmiş, yetiştirilmiş, kendi içinde çelişkisiz, uyumlu insanı önüne koymuştu. İlericiliği konusuna yukarıda değindiğimiz, ilkece "devrimci" olmaktan uzak Platon, göz önünde bulundurduğu fiziksel-ruhsal dengesi kurulmuş insana giden yoldaki eğitimin ilkelerini ileri sürerken, o günlere kadar uzana gelmiş, mevcut eğitim anlayışından pek ayrılmaz.