Chapter 4: Towards the Truth

Lyra'nın hikayesi artık bir söylenti değildi; bir efsaneye dönüşmeye başlamıştı.

Her şey o sabah gökyüzünde iki ayın belirmesiyle değişti.

O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Yumuşak, bulut gibi yatağında uzanmış, tavana bakıyordu; aslında tavanı görmüyordu ama geçmişin puslu anılarında kaybolmuştu.

İki ay…

Annesinden ayrılması...

Alice'in gelişi...

Üç kutsal güç...

Waltor…

Gerçek annesi Clara ve babası Malgor...

Her şey karmakarışık bir hal almıştı.

İçeride sanki cevapsız soruların ve belirsizliklerin girdabında boğuluyormuş gibi hissediyordu.

Ama tüm bu kaosun ortasında kesin olarak bildiği tek bir şey vardı: Alice.

Alice'le arasında açıklayamadığı bir bağ hissediyordu.

Bu sadece hayranlık değildi; derin, rahatlatıcı bir sevgiydi.

Onun yanında olmak, dünyanın en güvenli yerine sığınmak gibiydi.

Uzun zamandır annesi olduğuna inandığı Defne'nin yokluğu bile Alice varken onu bu kadar etkilemiyordu.

Alice onu bir anne olarak değil, bir koruyucu olarak kucaklamıştı.

Belki bir anneden bile daha fazlası.

Ancak gizemler hâlâ devam ediyordu.

Lanet neydi?

Neden onu seçmişti?

Ondan ne istiyordu?

Birdenbire altın ışıklı kapının yumuşak tıkırtısı onu düşüncelerinden ayırdı.

Hayal dünyası silindi ve o, bugüne geri döndü.

Ve düşünün ki, daha dün annesiyle birlikte Dünya'da yaşıyordu, hiçbir şeyden habersiz.

Kapı yavaşça gıcırdayarak açıldı.

Alice içeri girdi ve nazikçe sordu:

— "Hala uyumadın mı?"

Lyra, ürkek bir çocuk gibi mırıldandı,

- "HAYIR…"

Alice yanına geldi ve Lyra'nın saçlarından bir tutamı nazikçe kulağının arkasına sıkıştırdı.

Derin mavi gözleri Lyra'nın gri gözleriyle buluştuğu anda, aralarında kutsal bir ışık parladı.

Beyaz ve mavinin yumuşak tonlarıyla kaplı yatak, saf bir dinginliğin simgesi gibiydi.

Kapı ve pencerelerden içeri süzülen altın rengi ışık, odanın her tarafına fantastik bir parıltı saçıyordu.

Yatağın üzerinde yatan Lyra'nın üzerine vuran ışık huzmesi, geçmişinin kırık parçalarını bir araya getirip eksik olanı tamamlıyor gibiydi.

O ışık… aşktı.

Peki bu aşk nereden gelmişti?

Odaya sessizlik hakim oldu.

Ama bu sessizlik hem huzuru hem de sinsice ilerleyen bir korkuyu taşıyordu.

Tıpkı Lyra'nın içinde süren savaş gibi.

Beyaz ile siyahın savaşı.

Aşk ve nefretin.

Birbirlerine aşık olmaları yasak, ama umutsuzca aşık iki ruh.

Birleşseler, benliklerini kaybederler.

Ve eğer ayrı kalırlarsa, aşkları onları yavaş yavaş yutacaktı.

Onlar, çatışmayla birleşen sevginin vücut bulmuş haliydi.

Alice gözlerini Lyra'dan alamıyordu.

Karşısındaki genç kız, anne ve babasının gizli aşk geçmişinden ve savaşlarından habersizdi.

O kadar saf, o kadar masumdu ki.

Alice ona uzun süre bakmaya bile dayanamıyordu.

Lyra sadece Clara ve Malgor'un aşkının ürünü değildi—

Aynı zamanda onların düşmanlığının da simgesiydi.

Alice derin bir nefes aldı ve yumuşak bir sesle fısıldadı:

— "Şimdi uyu canım... Asıl hikayen yarın başlıyor. Her şeyi öğreneceksin."

Parmak uçlarıyla Lyra'nın göz kapaklarını nazikçe kapattı ve alnına yumuşak bir öpücük kondurdu.

Ve kendi kendine düşündü,

"Clara'ya o kadar çok benziyor ki..."

Kapıya doğru döndü.

Işığı kapatmadan önce son bir kez arkasına baktı.

Ama o an, az önce Clara'ya benzettiği kız artık ona benzemiyordu.

HAYIR.

Artık Clara'ya hiç benzemiyordu.

Tıpkı Malgor'a benziyordu.

---

Lyra yavaşça gözlerini açarken sabah ışığı odaya doluyordu.

Ama buna "uyanmak" demek pek doğru gelmiyordu.

Zihni, onları kapattığı andan itibaren durmadan dönüyordu.

Yatakta doğrulup etrafına bakındı.

Burada zamanın hiçbir anlamı yokmuş gibi hissediyordum.

Saat kaç oldu?

Acaba bu yerde zaman diye bir şey var mıydı?

Giydiği elbise dizlerinin hemen üstüne kadar geliyordu.

İncecik ayakları buzlu zeminde çıplak ve solgun görünüyordu.

Uzun saçları ve gri gözleri sessiz bir uyum oluşturuyordu.

Ama Lyra ne kadar güzel olduğunun farkında değildi.

Hala çok deneyimsizdi.

Çok biçimsiz.

Pencereye benzeyen şeye doğru yürüdü; ama bildiği pencerelere hiç benzemiyordu.

Dışarıda her şey gri bir sis örtüsüyle kaplıydı.

Uzaklarda, garip yaratıkların dolaştığı ve gökyüzünde bilinmeyen nesnelerin sürüklendiği yemyeşil bir arazi uzanıyordu.

Kapıya doğru döndü ve yavaşça açtı.

Ayakları yere değdiği anda soğuktan irkildi.

Zemin cam gibiydi; parlak ve pürüzsüz, buz gibi soğuktu.

Duvarlar da camdı ama ötesi görünmüyordu.

Uzun bir koridorun sonunda iki kişi duruyordu, gözleri Lyra'ya dikilmişti.

Bir adım tereddütle öne çıktı.

Hareketinin keskin sesi koridorda yankılandı.

Sonra bir ses duyuldu:

— "Lyra odasından çıktı!"

Ne olduğunu anlayamadan Alice karşısına çıktı.

Lyra içgüdüsel olarak geri dönmek için döndü ama Alice'in uzattığı el onu nazikçe durdurdu.

Bir kez daha o tanıdık sıcaklık içinde yükselmeye başladı.

Alice'in varlığı fırtınalarını yatıştıran yumuşak bir battaniye gibiydi.

— "Demek uyandın..." dedi Alice.

Lyra cevap vermedi. Ne diyeceğini bilmiyordu.

Henüz on sekiz yaşına girmişti.

Alice'ten biraz daha kısaydı.

Dışarıdan bakan herkes onun ne kadar deneyimsiz ve çekingen olduğunu hemen anlardı.

Gözlerinde hem merak hem de korku vardı.

O gençti.

Ve muhteşem.

Alice elini uzattı.

- "Benimle gel."

Alice önden yürüyordu ve Lyra da cam koridordan onu takip ediyordu.

Parlayan kapıların, garip yaratıkların ve bilinmeyen şekillerin yanından geçtiler.

Karşılaştıkları herkes hafifçe eğilip Lyra'yı izliyordu.

Her bakışı hissediyordu ama başını kaldırmaya cesaret edemiyordu.

Etrafında fısıltılar duyuluyordu:

— "Demek o..."

— "O mu?"

— "Çok güzel."

— "Babasına benziyor."

— "Hayır, daha çok annesine benziyor."

— "Tek mirasçı o mu?"

— "Sadece o kaldı."

— "Waltor'ı durdurabilir mi?"

— "Saçmalama, o tek çıkış yolu."

Lyra onları duymuyormuş gibi davranıyordu ama içten içe merakı daha da artıyordu.

Alice'in arkasından sessizce yürüyordu, adımları küçük ve titrekti.

Dünyaya döndüğünde kendini genç bir kadın gibi hissetmişti.

Ama burada…

Burada kendini bir çocuk gibi hissediyordu.

Küçük, korumasız ve kayıp.

Bir süre sonra Alice durdu.

Lyra da durdu.

Ve ilk defa başını kaldırıp etrafına bakmaya cesaret etti.

Sanki bir tepenin üzerinde duruyorlardı, zaman ve mekanın artık var olmadığı bir yerde.

Aşağıda nefes kesici bir manzara uzanıyordu; yemyeşil çayırlar, her renkten sonsuz çiçekler, rüzgarda dans eden ağaçlar, şarkı söyleyen nehirler...

Cennet gibi görünüyordu.

— "Beğendin mi?" diye sordu Alice.

Lyra, gözleri hayretle açılmış bir şekilde, sadece şöyle dedi:

- "çok güzel…"

Alice yaramazca gülümsedi.

— "Sen daha da güzelsin," diye takıldı.

Lyra kıpkırmızı oldu.

Alice bunu fark etti ve onu yumuşak bir ses tonuyla teselli etmeye çalıştı.

— "Lyra... hazır mısın?"

— "Büyümek, değişmek, güçlenmek… ve gerçeği öğrenmek?"

Lyra ilk kez tereddüt etti.

Şimdiye kadar her şeyi bilmek istemişti.

Ama bu sefer sustu.

İçindeki o garip his korkuya dönüşmüştü.

Gerçekten hazır mıydı?

O bile…

Bilmiyordu.