Chapter 6: Truth and Ashes

Lyra, az önce öğrendiği gerçekler karşısında ruhunun derinliklerinden bedenine doğru bir ürperti hissetti.

Bütün duyguları birbirine karışmıştı; ne yapacağını bilemeyen çaresiz bir çocuğa dönüşmüştü.

Peki şimdi ne yapmalı?

Kiminle ve nasıl dövüşecekti?

Gerçekler hâlâ zihninde yankılanıyordu: Valtor'a karşı savaşa gerçekten hazır mıydı?

Korkmuştu.

Kafası karışmıştı.

Olanlara inanamadı.

Kendini her zaman bir prenses olarak hayal etmişti; özel, güçlü, ışıkla dolu...

Ama bu onun hayal ettiği hayat değildi.

Evet, perilerin, tanrıların ve tanrıçaların varlığına inanıyordu; ancak şimdi karşısında duran gerçeklik, inanma gücünün ötesindeydi.

Çok fazlaydı.

Çok fazla.

Yaşadıklarını sindirmeye çalışarak kendi içine kapanmıştı.

Alice onu sessizce izliyordu.

Çembere her bakışı yüreğini sızlatıyordu.

Bu küçük, narin kızın kaderi Alice'in yüreğinde bile ağır bir yüktü.

O da ne yapacağını bilmiyordu.

İçindeki düşünceyi susturamıyordu:

> "Bu zavallı kız... Ne kadar acı bir yük taşıyor."

Sessizlik bir dağ gibi büyüyüp bacaklarına dolandı.

Alice artık dayanamadı.

Diz çöküp Lyra'nın ellerini avuçlarının içine aldı.

Gözlerinin içine bakarak yumuşak bir sesle konuştu:

> "Lyra... Hayatımın geri kalanında yanında olacağım. Asla yalnız hissetme. Bu savaşa tek başına göğüs germiyorsun. Her şeyin üstesinden birlikte gelebiliriz. Şimdilik öğrendiklerin yeterli... Gitmeliyiz. Seni korumalıyız, seni eğitmeliyiz. Ve ne zaman umutsuzluğa kapılırsan, yanında olacağım. Tüm tanrılara yemin ederim ki, asla yalnız hissetmene izin vermeyeceğim."

Alice'in sesi Lyra'ya bir güç kıvılcımı verdi.

Zaten ona karşı anlaşılmaz bir bağ hissediyordu.

Ama şimdi, onun varlığını gerçekten hissetmek, dudaklarından o sözleri duymak...

İçindeki büyüyen karanlığın ortasında küçük bir ışık gibi parlıyordu.

Lyra titreyen bir sesle sordu:

> "Annemle babam nerede? Öldüler mi?"

Alice'in gözleri yaşlarla doldu.

Bu soruyu bekliyordu…

Ama bu soruya cevap vermek kolay değildi.

Kelimeler boğazında düğümlendi.

Yutkundu güçlükle.

Lyra'ya gerçeği söylemenin zamanı yaklaşıyordu.

Lyra, Alice'i ilk gördüğü andan itibaren açıklayamadığı bir bağ hissetmişti.

Belki de ruhlarının yakınlığından kaynaklanıyordu.

İçinde Alice'i daha önce bir yerlerde gördüğüne dair garip bir his vardı.

Onun yanında olmak ona kendini güvende hissettiriyordu; fırtınanın ortasında bir liman gibiydi.

Alice bir sığınaktı, bir sesti, bir kucaklamaydı.

Alice'in sözleri Lyra'yı güçlendirmişti.

Ona güvenildiğini duymak yeterli değildi; bunu gözlerinde, sesinde ve varlığında hissetmek bambaşka bir şey ifade ediyordu.

Ve o anda Lyra'nın tüm soruları tek bir cümlede toplandı:

> "Annem ve babam nerede... öldüler mi?"

Alice bir an nefes almayı unuttu.

Gözleri yaşlarla doluydu, sesi boğazında düğümleniyordu.

Bu soruyu bekliyordu ama cevabı yüksek sesle söylemek kalbini parçalamak gibiydi.

Lyra'nın gerçeği bilmeye hakkı vardı, evet, ama hepsini birden kaldıracak gücü var mıydı? Alice emin değildi.

Lyra'nın gözlerinin içine baktı.

Onlarda Clara'nın saf kalbini ve Malgor'un asi ateşini gördü.

Bu kız onların çocuğuydu, onların mirasıydı.

Ayaklarının altındaki görkemli vadi cennet gibi görünüyordu, ama içlerinde gerçeğin yakıcı dokunuşuyla tutuşturulan bir ateş vardı.

Serin rüzgar bile terlerini dindiremiyordu.

Hava sakindi, neredeyse ferahlatıcıydı.

Alice'in uzun kahverengi elbisesi rüzgarda dans ediyor, altın rengi saçları da onunla birlikte uçuşuyordu.

Mavi gözlerindeki huzur, doğanın sessizliğiyle bütünleşiyordu.

Lyra onu dünyanın en güzel kadını olarak görüyordu ve Alice'in kalbinde de aynı duygular Lyra'ya karşı yankılanıyordu.

Ama artık konuşmanın zamanı gelmişti.

Alice bakışlarını ayırmadan titreyen bir sesle şöyle dedi:

> "Annen ve baban... artık hayatta değiller.

Ama ben buradayım. Seninleyim.

Bugünlük bu kadar gerçek yeter.

Gerisi zamanı gelince gelecektir.

Artık gitmemiz gerek, sizi korumamız ve eğitmemiz gerek.

Çok fazla zamanımız yok.

Beni anlıyorsun, değil mi Lyra?

Lyra'nın bakışları ürkek, sesi titrekti ama dudaklarından yumuşak bir "Evet" çıktı.

Ve böylece döngü yeniden başladı.

Kaderin eli Lyra'ya geri dönmüştü.

Asıl hikaye daha yeni başlıyordu.

Kendi kendine sessizce tekrarladı:

> "Alice'e güven... Alice'e güven... Alice'e güven..."

Zaman hızla akmaya başladı.

Alice, Lyra'yı bir öğretmen gibi eğitti ve bildiği her şeyi ona aktardı.

Lyra'nın içindeki ışığı her gördüğünde şöyle düşünüyordu:

> "Clara ve Malgor'a gerçekten layık bir çocuk."

Aylar yıllara dönüştü.

Tanrıların isteğiyle Alice, Lyra'yı tam iki yıl boyunca waltor'un lanetinden korumayı başardı.

Waltor lyra'nın izini kaybetmişti ama hâlâ varlığını hissediyordu.

Bu iki yılın sonunda Lyra her gerçeği öğrenmiş ve Alice kadar güçlü bir tanrıçaya dönüşmüştü.

Yirmi yaşına geldiğinde, diğer tanrılar için düzenlenen görkemli törenlerden mahrum bırakıldı; çünkü gücü artık inkar edilemez hale gelmişti.

O, iyiyle kötünün birliğiydi; ışıkla karanlığın dengesiydi.

Aserya artık onun eviydi.

İç gücüne alışmıştı.

Olgunlaşmıştı, evrimleşmişti; ancak aklında hâlâ cevaplanmamış birkaç soru vardı.

Anne ve babasının nasıl öldüğünü bilmiyordu.

Ve Alice'in neden bu kadar tanıdık geldiğini hâlâ anlayamıyordu.

Zaman su gibi akıp geçti…

İki yıl geçti.

Lyra savaşa hazırdı.

Ya da öyle sanıyordu.

Alice hâlâ huzur bulamıyordu.

Valtor'un karanlığı sıradan bir kötülük değildi.

Onun gücü tanrıların bile yüreğini titretiyordu.

Ve Alice'in korkuları gerçek oldu.

Üçüncü yılın başında gökyüzü yarıldı.

Şimşek çaktı, gök gürledi.

Evde

Aserya'nın Rizon'unda Valtor belirdi.

İyilik ile kötülük arasındaki perde kalkmıştı.

Valtor tanrıların önünde durdu ve öfkeyle kükredi:

> "Lyra'yı bana ver!"