Bölüm 8: “Gölgelerin Ardındaki Mektup”

Leonhardt – General Felix'in Odası, Gün Batımı

Günün son ışıkları, General Felix'in odasındaki koyu kahverengi perdelere vururken, o eski ahşap masasının başında, sessizce kalemini mürekkebe batırdı. Önündeki parşömen boştu ama zihninde kelimeler çoktan dizilmeye başlamıştı. Nefes aldı, sonra yazmaya koyuldu.

Mektup:

Sevgili Ablam, Barones Velora,

Leonhardt'ta işler tahmin ettiğimizden daha karmaşık bir hâl almaya başladı. Kral Pendragon'un özel davetlileri olan iki genç, şimdiden krallığın kaderinde söz sahibi olacak potansiyele sahip. Bu sebeple, senin bilgeliğin ve tecrübene danışma zamanım geldiğine inanıyorum.

Eğer uygun görürsen, yedi gün içinde düklüğünüzü ziyaret etmeyi planlıyorum. Kralımızın da bu seyahatten haberi olacak. Konaklamam fazla uzun sürmeyecek. Yalnızca bazı sorularıma cevap arıyorum… belki de bazı sessizlikleri paylaşacak bir yüz.

Ayrıca... Arwen nasıl? Onu görmek… iyi gelecek bana.

Saygı ve özlemle,
General Felix

Felix, kalemi bıraktı. Mektubu dikkatle katlayıp mühürlemeden önce birkaç saniye daha baktı parşömene. Sonra derin bir nefes vererek arkasına yaslandı. Odada yalnızdı. Her zamanki gibi.

İç sesi:

"Arwen… küçük kız kardeşim. Gerçi 'üvey' demeye dilim varmıyor artık. O, bu dünyanın bana sunduğu nadir huzurlardan biri. Ablam Velora'nın yanında büyüdü ama içindeki neşeyi her zaman taşıdı. Belki de bana benzeyen tek şey onda... yalnızlık duygusu. Ama o bunu hep tebessümle örttü."

"Kalenin duvarları ne kadar yüksekse, içindeki sessizlik de o kadar derin. Saraydaki kahkahalar bile bazen bana yabancı geliyor. Pendragon görevimi takdir eder, çocuklar bana saygı duyar… ama içimdeki boşluk, bir sesin yokluğuyla büyür: Arwen'in sesi."

"Kılıçlar, savaş halkaları, unvanlar… Hepsi içimdeki insana yetmiyor. Belki de bir hafta sonra, düklükte bir akşam yemeği... bana insan olduğumu hatırlatır."

Felix yerinden kalktı, mektubu sarayın postasına bırakmak üzere yanına aldı. Kapıyı açmadan önce bir an durdu, parmaklarını mektubun köşesinde gezdirdi. Sonra gözlerini hafifçe kıstı.

"Hazır olun… Arwen. Abi geliyor."

Leonhardt – Altıncı Gün, Sabah Vakti

Güneş, sarayın taş duvarlarını okşarken Leonhardt'ta yeni bir gün daha başlıyordu. Brien, yatağının başında ters dönmüş bir şekilde esnerken, Miller çoktan ayakta, çantasına birkaç parça eşya yerleştiriyordu.

Brien:
(uykulu bir şekilde)
"Gitmeye gerçekten gerek var mı? Ben hayal gücümde çok rahat yaşıyorum zaten…"

Miller:
(kemeri sıkarken)
"Hayal gücün biraz fazla rahat yaşıyor dostum. Felix bize 'hafif zırh' dedi, sen havlu ve şaka kitaplarını mı alıyorsun?"

Brien:
(çantasına eğilip içinden bir tahta oyuncak çıkarır)
"Bu bir hatıra Miller. Ayrıca—bu şaka kitabı değil, 'Büyük Krallıklar Tarihinde Komik Olaylar'. Akademik."

Miller başını iki yana sallayıp gülümsedi. Brien'in hiçbir şeyi ciddiye almadığını biliyordu ama yine de onunla yolculuk etmenin tuhaf bir güven duygusu verdiğini inkâr edemezdi.

Miller:
"Hadi. Felix'le avluda buluşacağız. Zaten geç kaldık."

Leonhardt – Saray Avlusu, Aynı Sabah

General Felix, geniş taş avlunun ortasında tek başına ayakta duruyordu. Giydiği koyu gri seyahat zırhı, sadeliğiyle dikkat çekerken, yüzü her zamanki gibi ifadesizdi. Gözleri ufka, saray kapılarının ötesine çevrilmişti. Fakat içten içe düşünceliydi.

"Bu yolculuk, bir komutanın kardeşiyle buluşmasından fazlası. Bu çocukların orada neler hissedeceğini bilmiyorum. Ama Arwen onları sevebilir. Belki de… onlar da onu."

Ayak sesleri yankılandı.

Brien:
(ellerini cebine sokmuş, esneyerek yaklaşır)
"Yani... düklüğe gidiyoruz. Hiçbir fikrim yok ama kulağa havalı geliyor."

Miller:
(daha ciddi bir tonla)
"Zırhım hazır, suyum tamam. Ne kadar sürecek?"

Felix başını onlara çevirip ilk defa hafif bir tebessüm etti.

Felix:
"Üç gün sürecek. At sırtında, orman içinden. Dükalık Leonhardt'ın güneydoğusunda, dağlık bölgenin hemen ötesinde."

Brien:
"Dağlar, ormanlar, uzun yolculuklar... Harika! Umarım devlerle karşılaşmayız. Geçen sefer Miller'ı bir örümcek sandılar."

Miller:
(kaşlarını kaldırarak)
"Bir daha söyle Brien, zırhımla birlikte seni tekerlek gibi yuvarlarım."

Felix bu ikilinin enerjisini izlerken, istemsizce içinden bir cümle geçti:

"Yalnızlık, belki de bu çocukların yanında şekil değiştiriyor."

Felix:
"Hazırsanız, yola çıkıyoruz."

Ve böylece üçlü, sabah güneşinin altında saraydan ayrıldı. Leonhardt'ın taş duvarları arkalarında kalırken, yeni bir hikâyenin sayfaları açılıyordu.

Leonhardt – Kraliyet Balkonları, Sabahın Son Işıkları

Sarayın yüksek balkonlarında rüzgâr hafifçe dalgalanan bayrakları okşarken, Kral Pendragon mermer korkuluklara yaslanmış, aşağıdaki avluya bakıyordu. Brien, Miller ve General Felix, sarayın dış kapısından uzaklaşırken üç gölge, güneşin altında ince siluetler gibi ilerliyordu.

Gözleri düşünceliydi. Ardından ağır adımlarla gelen yaşlı bir adam, onun sağında durdu. Kahya Elden. Kral'ın çocukluğundan beri yanında olan, az konuşan ama derin bakan o adam.

Pendragon (gözlerini ayırmadan):
"Ne düşünüyorsun Elden? Bu ikisi… sence gerçekten kaderin dediği çocuklar mı?"

Elden (derin bir nefes alır, başını sallar):
"Majesteleri… Onları ilk gördüğümde, gözlerinde hem yabancılığın hem de aitliğin aynı anda parladığını hissettim. Biri karanlığı gülerek örter, diğeri ise ışığı bile şüpheyle ölçer. Biri uçarı, biri suskun… ama her ikisi de taşıdıkları yükün farkında olmadan yaşıyor şu an."

Pendragon:
bu çocuklar bana lazım Elden herşeyden çok lazım.

Elden (yavaşça adım atar, ellerini arkada birleştirir):
"Siz onları saraya çağırdığınızda, krallığın bazıları itiraz etti. 'İki sokak çocuğu, krallığın ortasında ne işi var' dediler. Ama ben gördüm Majesteleri… Kılıç tutmalarına gerek yok. Sadece bir bakışları bile, eski zamanlardan gelen bir yankıyı taşıyor. Reaper kanı, Vartikan alevi, Nebulis'in sessizliği… hepsi bir arada. Bu… bir lanet değil. Bu, düzeltilmemiş bir kaderin kırık parçası."

Pendragon:
"Sence… hazırlar mı?"

Elden (biraz durur, sonra usulca konuşur):
"Hayır. Henüz değil. Ama işin tuhafı… hazır olmamaları bile onları doğru kılıyor. Çünkü gerçek savaşçılar, hazır olmadan yola çıkanlardır. Kendilerini yolda bulurlar. Düşe kalka büyürler. Ve bu çocuklar… düşecekler. Defalarca. Ama sonunda ayağa kalktıklarında, Leonhardt onları sadece misafir değil… miras kabul edecek."

Pendragon (gözlerini uzaklara çevirir, hafifçe başını sallar):
"Umarım haklısındır Elden. Umarım onlar... kırılmaz."

Elden:
"Yaşları genç olabilir majesteleri... ama bazen ruhlar yaşlanır da kimse fark etmez. Onlarınki... çoktan yıpranmış. Şimdi yeniden dokunmak gerek. Siz dokundunuz. Gerisi... kaderin kalemiyle yazılacak."

Rüzgâr, saray balkonunun sütunları arasında bir süre sessizce dolaştı. Pendragon elini mermerden çekip arkasını dönerken bir kez daha fısıldadı:

Pendragon:
"Yolunuz açık olsun, Miller... Brien..."

Yol – Leonhardt'ın Güneydoğusu, İkinci Gün

Dış Ses (Anlatıcı):

Üç gölge, sabah güneşini arkalarına alarak ilerliyordu. Biri sabırlı ve dik… geçmişin yükünü sırtında taşıyan bir asker gibi. Diğeri, dünyaya karşı gülerek yürüyen biri. Ve sonuncusu… sessizliği ciddiyetle kuşanmış, ama gözlerinde binlerce kelime saklı bir çocuk.

Leonhardt'ın güneydoğusu… Krallığın en kadim topraklarından. Yol kenarında uzanan taş duvarlar, yüzyıllar önceki savaşların hatırasını taşıyor. Orman, önce geniş yapraklarla karşıladı onları. Meşe ve çam ağaçları arasında süzülen ışık, toprağın üzerine sarı ve yeşil renkler serpiyordu. Kuşlar, onların geçtiği patikaya şarkılar bırakırken, uzaklardaki dağlar hâlâ sessizdi.

Felix önde yürür. Brien daldan sarkan bir asmayı yakalar, Miller onun arkasından sessizce ilerler.

Yolda çok konuşmadılar. Miller, gözlerini sürekli çevredeki detaylara odaklamıştı. Bir hayvan izi, bir sessizlik, hatta rüzgârın yönü bile onun dikkati altındaydı. Sanki her adımda içindeki başka bir benlik uyanıyor, her taşın altını hissediyordu.

Brien ise yürürken ıslık çalıyor, ağaçlara lakaplar takıyor, zaman zaman Miller'a dönüp "Bu ağaç sana benziyor, dik ama içine kapanık" diyordu. Felix, her seferinde gülümsediğini belli etmemeye çalışıyordu ama göz kenarlarında belli belirsiz bir yumuşama olurdu.

Onlar fark etmedi ama her geçen saat, birbirlerine biraz daha alışıyorlardı. Belki arkadaşlık, bir anda doğmazdı. Ama sessizlik paylaşıldıkça... büyürdü.

Ayaklarının altındaki yol daralır, taş toprak patikaya dönüşür. Rüzgâr saçlarını karıştırır.

İkinci günün öğleden sonrasıydı. Hava ağırlaştı, orman içindeki kuş sesleri azaldı. Uzaklarda kara tepeler göründü. Ve işte orası… düklüğe giden yokuşlu dağ yolu. Tehlikeli değil belki ama kolay da değil.

Gökyüzü yavaşça grileşirken, Brien aniden durdu. Yüzüne hafif bir şaşkınlık yerleşti.

Brien:
"Hey… Şu tepede bir şey gördüm. Parlayan bir şey… göz gibi…"

Miller:
(sessizce başını kaldırır)
"korkma brien"

Felix:
(yavaşça elini kılıcına götürür)
"Hazır olun. Her zaman ne olacağını bilemeyiz ama ders almak için güzel bir yöntem"

Dış Ses:

Ve o an… rüzgâr yön değiştirdi. Sanki yol, artık başka bir hikâyeye dönüyordu. Sadece bir düklüğe değil… geçmişe, köklere ve sessizce bekleyen cevaplara doğru.

Aynı Gün – Gün Batımı, Orman İçi Açıklıkta Kamp

Dış Ses (Anlatıcı):

Gün, gökyüzünde eriyip geceye karışırken üçlünün adımları artık ağırlaşıyordu. Yolun sertliği değil yoran; sessizlikti, doğanın içindeki derin düşünceydi. Ve sonunda, ağaçların biraz aralandığı bir açıklıkta durdular. Toprak düz, çevre korunaklıydı. Uygun bir kamp yeriydi.

Miller hemen çevreyi gözden geçirdi. Ağaçların arkasını kontrol etti, ayak izlerini inceledi. Bu, onun alışkanlığıydı artık — güveni asla şansa bırakmazdı.

Felix:
(çantasını yere bırakır, kısa bir nefes verir)
"Burada kamp kuruyoruz. Ateşi küçük tutun. Bu bölge sessiz görünebilir ama dağlar her zaman gözle izlemez sizi."

Brien:
(ayakta dikilir, kollarını açar)
"Sonunda! Uzanmak istiyorum. Hatta ağaçlara sarılabilirim. Ağaçlar beni daha çok seviyor gibi hissediyorum."

Miller:
(başını iki yana sallar)
"Bizi seviyor olabilirler Brien… çünkü onlara konuşmuyorsun."

Brien:
(gülümser)
"Olsun, sessiz bir aşk da güzeldir."

Dış Ses:

Kamp kısa sürede kuruldu. Felix küçük bir ateş yaktı. Çantasından kurutulmuş et ve ekmek çıkardı. Miller, su kabını kontrol etti, ardından oturup botlarının bağcıklarını gevşetti. Brien ise… yere sırtüstü uzandı. Gökyüzüne bakarak ıslık çalmaya başladı.

Gece yavaş yavaş çöküyordu. Gökyüzünde yıldızlar birer birer parlamaya başlarken, ateşin kıvılcımları göğe doğru tırmanıyordu.

Felix:
(sessizce, ateşe bakarak)
"Bu yolculuk, düşündüğünüzden fazlasını ortaya çıkarabilir."

Miller:
"Biliyoruz. Yalnızca nereye gittiğimizi değil… kim olduğumuzu da göreceğiz sanırım."

Brien:
(gözlerini kapatmış hâlde)
"Ben kendimi zaten buldum. Uyuyunca çok daha iyi oluyorum."

Dış Ses:

Rüzgâr, kampın etrafında gezindi. Ateşin çıtırtısı, üç kalbin ritmiyle karıştı. Yarın daha zorlu bir gün olabilirdi ama bu gece... bu gece sadece dinlenmeye aitti.
Ve belki de ilk kez, yalnızlık herkesin içinde aynı şekilde yankılanıyordu.

Gece – Orman Kampında Ateş Başında

Dış Ses (Anlatıcı):

Gecenin koyuluğu ormanı yavaşça yuttu. Kamp ateşi, etrafı sıcak bir turuncuya boyuyordu. Alevlerin dansı, üç yüzün gölgelerini taşlara yansıtırken, çıtırtılar arasında kelimeler daha net duyuluyordu. Sessizlik... bir rahatlık hâline gelmişti.
Ama bazen bir hikâye, o sessizliği en güzel şekilde böler.

Felix, ateşe bir odun daha attı. Bir süre ateşi izledikten sonra konuşmaya başladı. Sesi her zamanki gibi sakin ama içinde hafif bir nostalji vardı.

Felix:
"Ben ilk görevime çıktığımda... on altı yaşındaydım. Sizden yalnızca bir yaş küçükdüm."

Brien:
(hemen döner)
"Peki… kaç canavarı tek başına doğrayıp krala getirdin? Lütfen kahramanca bir şey söyle, Miller uyuyacak gibi."

Miller:
(gülümseyip başını sallar)
"Uyumuyorum. Dinliyorum."

Felix:
(gülümsemeye yakın bir ifadeyle devam eder)
"Canavar yoktu Brien. Ama... görev tehlikeliydi. Bir sınır köyüne gönderildim. Birkaç gündür haber alınamıyordu. Yerel halk da kaçakçıların ortaya çıktığını söylüyordu."

(ateşe biraz daha odun atar, yüzü aydınlanır)
"Tek başımaydım. Üzerimde sadece ince bir deri zırh, elimde basit bir çelik kılıç. Babam bile görevde olduğumu bilmiyordu. O zamanlar general değil, sadece bir 'gözetmendim'. Alt sınıf. Ama içimde hep... bir şey vardı. Kral'a sadakat değil sadece. Bu topraklara... kendime bir yer arıyordum."

Brien:
(kafasını çevirir)
"Yani bir nevi... koca krallıkta odasını bulamayan çocuk gibiydin. Anlıyorum. Ben hâlâ sabah banyosunu bulamıyorum."

Miller:
(kısa bir kahkaha atar)
"Devam et Felix. Ne oldu köyde?"

Felix:
(ciddileşir)
"Köye ulaştığımda... sessizlik vardı. Kapılar açık, yemekler soğumuş, ocaklar sönmüştü. Ama bir tek ses yoktu. İlk başta büyü sandım. Ya da toplu kaçış. Sonra… eski kuyuya baktım. İçerisi doluydu. İnsanlarla. Kadınlar, çocuklar… yaşıyorlardı. Saklanıyorlardı."

Brien:
(sesini alçaltır)
"Bu... komik olmayan bir kısım değil mi?"

Felix:
"Değil. Ama garip olan şuydu: Köyü kuşatan kaçakçılar, aslında eski Leonhardt askerleriydi. Rütbeleri sökülmüş, geçmişi unutulmuş adamlar. Disiplinliydiler. Duygusuz. Emri ben verdiğimde içlerinden biri, 'Sen daha çocuk kokuyorsun' dedi bana."

Dış Ses:

Ateşin sesi yükseldi bir an. Brien konuşmadı. Miller başını hafifçe eğdi. Sessizlik bu defa saygıydı.

Felix:
"Dövüştüm. Korkarak. Terleyerek. Ama her darbemde... bir parçam büyüdü. En sonunda... emekleyerek bile olsa köylüleri çıkardım. Yardım gelinceye kadar... bekledim. Bekledim ve ilk defa... içimdeki yalnızlık, görev olmuştu."

Brien:
(yavaşça konuşur)
"Sen yalnız savaşmamışsın. Yalnız kalmayı seçmişsin…"

Felix:
(gözlerini kaçırmadan bakar)
"Belki. Ama bazen yalnızlık... kendine yer açmak için gereklidir. Ve bazen, iki yabancı çıkagelir… bir kamp ateşi kurar... ve o boşluk küçülür."

Miller:
"Bu yüzden bizimle misin?"

Felix:
(gülümsemeden)
"Hayır. Sizinle olmam emirdi. Ama… devam etmek benim seçimim."

Ateş bir kez daha çıtırdadı. Gecenin içinde başka ses yoktu artık. Sadece yıldızlar… ve üç yolcunun ateş etrafında birbirine daha sessizce yaklaştığı bir an. Belki dostluk doğmamıştı henüz. Ama tohum, sessizce atılmıştı.