Bölüm 7: “Dış ses”

Leonhardt – Gece, Sarayın Sessizliği

Gün boyunca süren eğitim, ter, konuşmalar ve kristallerin yankısı… Hepsi artık geride kalmıştı. Sarayın koridorları karanlığa bürünmüş, duvarlarda sadece birkaç soluk meşale titrek bir ışık yayıyordu.

Miller ve Brien, kelimesiz bir yorgunlukla kendi odalarına çekildiler. Kapılar kapandı. Gece, nihayet iki yabancıyı sessizliğe teslim etti.

Miller'in Odası

Taş duvarlar soğuktu. Odanın penceresinden içeri, sarayın avlusuna vuran ay ışığı sızıyordu. Miller yatağının kenarına oturdu. Kılıcını yavaşça yere bıraktı ve alnını dizlerine dayadı.

"Kendimi bilmiyorum. Bu güç... bana ait mi? Yoksa bana zorla mı verildi?"

Elini gözlerinin üzerine koydu. Sabah yaşadığı o anı hatırladı. Gözlerinin rengi değişmişti. Turuncu bir ateş, siyahın içinde kıvranıyordu.

"Felix bile şaşırdı. Brien ise hiçbir şey demedi. Belki bir şey hissetti. Ama… ya ben bir tehditsem? Ya onlara zarar verirsem? Brien'e?"

Yavaşça başını kaldırdı. Gözleri boşluğa bakarken, içinde kıpırdayan bir şey vardı. Sanki geçmişinden çok uzakta ama ona çok yaklaşan bir yankı…

"Ama Brien... O yanımdaydı. Gülümsedi. Sanki beni korkmamam için izliyordu. Beni bilerek konuşturmadı belki. Çünkü susmak bazen daha fazla şey anlatır."

Brien'in Odası

Brien yatağın üstüne çapraz uzanmıştı. Elleri başının altında, tavanın taş desenlerini izliyordu. Gözleri açıktı ama ruhu uzaklarda bir yerde dolaşıyordu.

"Miller… O çocuk benden farklı. Sessizliği bile başka. Gözleri bazen parlıyor ama içindeki şey... çok daha karanlık. Ama ona korkuyla değil... saygıyla bakıyorum."

Yavaşça döndü, yastığın kenarını kavradı.

"Ben gülüyorum, çünkü başka türlü dayanılmaz. Ama o… o her şeyi içine çekiyor. Korkusunu bile. Belki de bu yüzden... bu kadar güçlü."

"Ama bir gün... içinde bir şey patlayacak. Ve ben orada olacağım. Çünkü Miller yalnız kalmamalı. Bu yol, tek başına yürünecek bir yol değil."

Derin bir nefes aldı. Gözlerini yavaşça kapattı. Fakat zihnindeki düşünceler, uykuya izin vermiyordu.

O gece, Leonhardt Sarayı sessizliğe gömülmüşken; iki savaşçının odasında yankılanan sadece düşüncelerdi.
Gözlerin arkasında, kelimelerin ulaşamadığı yerlerde... bir bağ sessizce kuruluyordu.

Gölgelerin Altında Yeni Bir Kimlik

Leonhardt – Sabah, General Felix'in Odası

Güneş, sarayın taş duvarlarına sarı bir dokunuşla vuruyordu. Sabahın ilk ışıkları yavaş yavaş sarayın yüksek kulelerinden süzülüyor, Leonhardt'ın altın işlemeli halılarını aydınlatıyordu.

General Felix, ofisindeki büyük cam pencereden dışarı bakıyordu. Bir eli arkasında bağlı, diğer eliyle çenesine dokunmuştu. Gözleri uzak ufuklara değil, çok daha yakın ama çok daha karmaşık bir geleceğe dalmıştı. Miller ve Brien… Bu iki çocuk sadece yetenekli değil, tehlikeliydi de. Ve Leonhardt'ın siyaseti, güçten çok görünüşe önem verirdi.

Kapı nazikçe çalındı. Felix döndü.

Felix:
"Girin."

Bir muhafız içeri girdi ve eğilerek selam verdi.

Muhafız:
"Lordum, Kral Pendragon sabah görüşmesi için hazır. Sizi taht salonunda bekliyor."

Felix başını hafifçe salladı. Zırhını giymemişti; sade ama asil bir tunik içindeydi. Derin bir nefes alarak adımlarını taht salonuna yöneltti.

Pendragon'un Taht Salonu – Sabahın İlk Saatleri

Salon boştu. Sadece Pendragon, tahtının önünde ayakta duruyordu. Elinde bir belge vardı. Felix yaklaştığında kral başını kaldırdı.

Pendragon (direkt, net):
"Akademi... Onlar için kaydı onayladım. Ama…"
(Sesi biraz duraksar, belgenin ucunu gösterir.)
"Bu ikili hâlâ 'kimliksiz.' Ve Leonhardt Akademisi, kökeni belli olmayanları fazla barındırmaz."

Felix:
"Biliyorum majesteleri. O yüzden sizden izni aldıktan sonra... bir aile belirleyeceğim. Geçici bir soyadı vermek gerekirse, sahte değil; onurlu bir soyad olmalı."

Pendragon yaklaştı. Gözleri ciddiydi.

Pendragon:
"Felix. Onlar sadece çocuk değil. Semboller. Ve semboller, kalabalığın içinde görünmeden yaşayamaz. Onları bir aileye yerleştir. Ama dikkatli seç. Güvendiklerin az olsun."

Felix başını eğdi.

Felix:
"Emredersiniz majesteleri."

Felix'in Odası – Kısa Bir Süre Sonra

Odada meşe ağacından bir masa, haritalarla kaplı bir duvar ve bir köşede duran iki yedek kılıç vardı. Felix, masasının başında oturuyordu. Dış kapıya döndü.

Felix:
"İçeri alın onları."

Kapı açıldı. Miller ve Brien birlikte içeri girdiler. Üstlerinde günlük kıyafetler vardı ama gözlerindeki dikkat, uykusuz bir gecenin izlerini taşıyordu.

Brien (içeri girerken, sessizce fısıldar):
"Of… Umarım bu sabah yine kılıç sallatmazlar. Kolu hâlâ uyuşuyor…"

Miller (kısık sesle):
"Bence ciddileşsek iyi olur. Felix gülümsemiyorsa... bu genelde iyiye işaret değil."

İkili masanın önünde durdu. Felix gözlerini onların üzerinde gezdirdi.

Felix:
"Oturtmadım, çünkü bu kısa sürecek."

Brien (hafif gülerek):
"Bu kötü bir haberin giriş cümlesi gibi."

Felix ciddiyetini bozmadı, ama sesi sert değildi.

Felix:
"Pendragon'dan izni aldım. Akademiye kaydınızı yaptıracağım. Ancak bir şartla."

İkili şaşırdı. Brien kaşını kaldırdı, Miller ise sessizce dikkat kesildi.

Felix:
"Saraya gelen her öğrenci, Leonhardt halkının gözünde bir geçmişe sahip olmalı. Soyadı olmayan biri... ya kaçaktır ya da lanetlenmiş. Ve siz ikiniz... şu an resmi kayıtlarda 'soyadsız' görünüyorsunuz."

Miller:
"Yani... bizi biri 'evlat edinecek' mi?"

Felix:
"Hayır. Bu sahte bir evlatlık değil. Güvendiğim bir asil aile... sizi kendi ailesine 'koruma altında' kabul edecek. Böylece Leonhardt Akademisi'nde halkın dikkatini çekmeden eğitim alabileceksiniz."

Brien:
"Peki biz bu aileyi tanıyor muyuz?"

Felix:
"Henüz hayır. Ama tanıyacaksınız. Ve her şeyden önemlisi… onların da sizi tanımasına izin vereceksiniz."

Miller:
"Peki ya onlar bizi sorgularsa? Nereden geldiğimizi, neden bu kadar... farklı olduğumuzu sorarlarsa?"

Felix bir an sustu. Sonra gözlerini Miller'ınkine dikti.

Felix:
"O zaman... sessiz kalmayı öğrenmelisiniz. Bu dünyada gerçeklerin zamanı gelmeden söylenmesi, sadece düşman kazandırır."

İki çocuk başlarını salladılar. İçlerinde beliren ağırlık, bu yeni rolün sadece bir koruma değil, aynı zamanda bir maske olduğunu anlamışlardı.

Felix:
"Yarın sabah yola çıkıyoruz. Aileyi şahsen ziyaret edeceğiz. Sizi onlara tanıtacağım. Ve ardından Akademi'ye adım atacaksınız."

Brien (espriyi patlatır):
"Umarım aile çok katı değildir. Sabah kahvaltısında kılıçla omlet kesmiyorlarsa sorun yok."

Miller (hafifçe güler):
"Belki bu kez... normal gibi davranmayı öğreniriz."

Felix hafifçe başını sallar ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme olur.

Felix:
"Bu sarayda hiç kimse normal değil çocuklar. Sadece iyi rol yapanlar hayatta kalır."

Sokakta İki Savaşçı

Leonhardt – Saray Kapısı Önü, Sabahın İlerleyen Saatleri

Taş kapılar ağır ağır açıldı. Miller ve Brien, General Felix'in odasından çıktıktan sonra saraydan ayrılıp şehrin merkezine doğru yürümeye başladılar. Hafif bir rüzgar, şehri çepeçevre saran yüksek kulelerin gölgeleri arasında dolanıyordu.

Yolda askerler selam veriyor, bazı halk üyeleri saygılı ama meraklı bakışlarla onları süzüyordu. Brien hemen bu bakışları fark etti.

Brien (sessizce Miller'a eğilir):
"Baksana… şu adam var ya, üç kez bize baktı. Bence benzetti. Ya da ben fazla yakışıklıyım."

Miller (gülümser):
"Ya da üzerimizde saraydan kalma toz ve ter var. Bizi soylu değil, serseri sanıyorlardır."

Brien (gözlerini devirir):
"Ben serseriysem, sen de 'Karanlıklar Lordu'nun çamaşırcısısın."

Miller gülmekten kendini alamaz. Sonra ikisi birlikte bir sokağa girer, kalabalığın içine karışırlar. Pazar tezgâhlarının sesi duyulmaya başlamıştır. Meyve, kumaş, baharat kokuları havada asılıdır.

Brien (omuzlarını silker):
"Felix'in söylediklerini hâlâ sindiremiyorum. 'Bir ailenin korumasına girmek.' Kulağa... tuhaf geliyor. Sanki bir çocuğun üstüne battaniye atıyorlar."

Miller:
"Bizi gizlemek için. Aksi hâlde akademide herkes 'Bunlar kim?' der. Soyadın olmadan orada yürümek… çıplak ayakla cam kırıkları üzerinde yürümek gibi."

Brien:
"Ben zaten hep dikkat çekiciydim. Bu yeni değil. Ama... ilk defa biri bana bir 'soyadı' verecek. Biliyor musun, ben hiç böyle düşünmemiştim."

Miller (durur, kısa bir sessizlik):
"Ben de."

İkili bir tezgâhın önünde durur. Yaşlı bir kadın, elma dilimlerini küçük tahtalar üstünde sunar. Brien bir tanesini alır, kadına gülümser.

Brien:
"Bunlardan bir tanesi kadar tatlı mıyız sence?"

Kadın gözlerini kısarak bakar.
Kadın:
"Tatlı çocuklar genelde baş belası olur.

Miller:
"Belki bu yüzden bir soyada bu kadar tuhaf bakıyoruz. Çünkü hiç kimseye ait hissetmedik."

Kısa bir sessizlik olur. İkili krallığın dış surlarına bakan bir duvarın kenarına oturur. Şehir ayaklarının altındadır. Gökyüzünde kuşlar uçmaktadır.

Brien:
"Yine de… ben bu duyguyu seviyorum. Bilinmezlik. Sıfırdan başlamak. Bu şehirde bizim geçmişimiz yok. Ama belki bir geleceğimiz var."

Miller:
"Ve artık yalnız değiliz."

Brien (ona döner, göz kırpar):
"Öyleyse birlikte ilerleyelim Bay Soyadsız."

Miller (gülerek):
"Yakında soyadlı olacağız. Ve kim bilir… belki bu şehirde sadece savaşçılar değil, başka şeyler de oluruz."

Brien:
"Ne gibi?"

Miller:
"Dostlar. Kardeşler. Kahramanlar belki. Ya da... baş belaları."

İkisi gülüşerek ayakta doğrulur. Güneş yüzlerine vururken, Leonhardt'ın sokaklarında adımlarını atmaya devam ederler. Yeni bir kimliğe, yeni bir role ve belki de yazılacak bir kaderin ilk satırlarına doğru…

Leonhardt – Krallık Sokaklarında, Öğleye Doğru

Güneş, iki yabancının üzerine altın gibi dökülüyordu.
İçlerinde taşıdıkları sırlar, gölgeler gibi adımlarının ardına takılmıştı.
İkisi de geçmişsizdi. Soyadsız. Ama kaderin kalemi, işte şimdi yavaş yavaş isimlerini yazmaya başlıyordu...

Dış Ses (sakin, edebi bir tonda):
"Ve böylece… Miller, içindeki üç özün gizemiyle, sessizce ilerlerken; Brien, o klasik, umursamaz gülümsemesini takınmıştı. Gerçekte hangisinin daha güçlü olduğunu zaman gösterecekti. Ancak gözler yalan söylemezdi. Miller'ın gözlerinde... kaderin karanlık ateşi vardı."

Brien (birden durur, gözlerini yukarı diker):
"Yine mi sen?!"

Dış Ses (şaşkın):
"Ne? Kim? Ben mi?"

Brien:
"Evet sen! O dramatik ses tonuyla yine Miller'ı övüyorsun. Gözlerinde kaderin aleviymiş... Bir sus artık!"

Dış Ses (sakin ama alaycı):
"Brien… sen de gayet yeteneklisin. Gerçi bu sabah eğitimde kılıcı ters tuttuğunu hatırlıyoruz değil mi?"

Brien (parmak sallayarak):
"O bir taktikti! Taktik! Sen kimsin ki benim taktik anlayışımı sorguluyorsun?!"

Dış Ses:
"Ben dış sesim. Tüm hikâyenin anlatıcısıyım. Sen ise sadece ikinci adam gibisin... Ama merak etme, bu hikâyede her kahramanın bir soytarısı olur."

Brien:
"SOYTARI MI?! Hey! Ben zekâyla dövüşen bir efsaneyim!"

Dış Ses:
"Elbette… Zeka. Ne de olsa bir önceki bölümde elmayı yere düşürüp 'Toprak onu geri aldı' diye felsefe yapmıştın."

Brien:
"Yeter! Miller bile gülüyor bak! MİLLER! Sen de bir şey söylesene?!"

Miller (gülmekten nefesi kesilmiş halde):
"Üzgünüm... ama 'Toprak onu geri aldı' hâlâ çok komik."

Brien (ellerini başına koyar):
"Ben ciddiyetimi nasıl koruyacağım bu hikâyede?! Bu dış ses benim karizmamı eritiyor!"

Dış Ses:
"Sevgili Brien… Karizma doğuştan gelir. Miller gibi. Ama seninki... sanırım üretim hatası."

Brien (ellerini havaya kaldırır, dramatik bir şekilde):
"BİTTİM! Bu hikâyede gözlük takıp köşeye çekileceğim. Arka plandaki adam olacağım!"

Miller (koluna girer):
"Gel arka plandaki adam, hadi omlet yiyelim."

Brien:
"Dış ses bir gün seni de çökerticem! Bu hikâye daha bitmedi!!"