Leonhardt Krallığı – Ay Şatosu, Gece
Sarayda gecenin sessizliği çökerken, Brien odasına doğru yürüyordu. Arkasında sessiz adımlarla gelen Garron'un varlığı bir hayalet gibi üzerindeydi.
Brien (iç ses): "Ben sadece yumuşak yastıklar, sıcak bir banyo ve biraz portakal kabuğu çayı istemiştim... Şimdi yanımda duran şey bir cellât mı, yoksa koruma meleği mi?"
Odalarının bulunduğu koridora vardıklarında, Miller çoktan kapısına ulaşmıştı. Leyna sessizce onun kapısını açıp içeri buyur etmişti. Miller kısa bir baş hareketiyle teşekkür etti.
Miller (Briene bakarak): "İyi şanslar, Şafak Witcher'ıyla."
Brien: "Ben hâlâ onun bana portakal dilimleyebileceğine inanmıyorum."
Garron: "İstersen dilimlerim. Ama bıçağım biraz… keskindir."
Brien (fısıldarcasına): "Harika. Ölümcül narenciye hizmeti."
Kapısına yaklaşırken Arwen'in sesini duydu.
Arwen: "Geceniz huzurlu geçsin, Lord Auren. Umuyorum... yeni gölgene alışırsın."
Brien (hafif kafa karışıklığıyla): "Gölge mi?"
Ama Arwen çoktan loş koridorda kaybolmuştu.
Gece – Brien'in Odası
Oda oldukça genişti. Gümüşle işlenmiş bir şömine yanıyordu. Garron kapının kenarında bekliyordu; Brien yatağa fırlayıp üstüne yayıldı.
Brien: "Bana bak Garron… böyle dikilerek mi uyuyorsun yoksa gözlerini açık mı tutuyorsun?"
Garron: "İkisi de olur. Seçim geceye bağlı."
Brien: "Anlaşıldı. Rüyamda dev örümcekler görürsem senin suçun."
Garron cevap vermedi, ama odadaki hava garip bir şekilde güvende hissediliyordu.
Ertesi Sabah – Sarayın Bahçesi
Miller sabah yürüyüşündeydi. Yanında Leyna vardı ama sessizdi. Brien biraz uykusuz şekilde geldi, yanında hâlâ Garron.
Miller: "Nasıl geçti ilk gecen?"
Brien: "Rüya görmedim. Sanırım yanında Witcher olanlar kabus göremiyor."
Miller: "Ya da sen artık rüyalarınla dalga geçemeyecek kadar yorgunsun."
Bolbin (koşarak yaklaşır): "İyi sabahlar! Taze meyveler, ballı çörekler ve haşlanmış yumurtalar sizleri bekliyor!"
Brien: "Ah! Nihayet. Günaydın, kutsal kahvaltı tanrısı!"
Sarayın Kahvaltı Salonu – Sabah
Ay Şatosu'nun büyük kahvaltı salonu, sabahın ilk ışıklarıyla dolmuştu. Pencerelerden süzülen gün ışığı, gümüş servis takımlarına vuruyor; masadaki meyve tabaklarına pastel bir parıltı veriyordu.
Bolbin, sabah seremonisinin yıldızı gibi adeta sahnenin ortasında dönüp duruyordu.
Bolbin (heyecanla): "Haşlanmış yumurta, sıcak çörek, tereyağlı meyve keki! Kâseler dolusu yaban mersini—hepsi hazır!"
Brien, yarı uyanık yarı keyifli şekilde ağzına taze ekmek tıkarken Miller'la göz göze geldi.
Brien (çaktırmadan): "Diyorum ki… bir gün Bolbin'in gerçek formu ortaya çıkacak ve biz kahvaltı cennetinde sonsuzluğa uyanacağız."
Miller (gülerek): "Ve menü sonsuz olacak. Çatal yerine efsanevi tahta kaşıkla yenecek."
Bolbin: "Duymuş gibiyim! Ve evet—sonsuz çörek benim düşümde bile var!"
Tam o anda Garron, salonun köşesinde dimdik durmuş bekliyordu. Zırhı yerine sade bir tunik giymişti ama hâlâ her haliyle bir savaşçıydı.
Brien, Bolbin'e doğru hafifçe eğildi.
Brien: "Bolbin… dostum. Bu adamın üzerindeki şey bir... masa örtüsünden hallice. Garron'a… biraz daha, şey... uyumlu bir şeyler verebilir misin? Şık, rahat. Hani... 'Hayatta kalabilirim ama aynı zamanda törene katılabilirim' tarzı."
Bolbin (ciddi bir gururla): "Lord Auren… bu… bir onurdur! Kumaş çağrısına kulak verdiniz!"
Velora, tam o sırada salonun girişinde durmuş onları izliyordu. Gözleri Brien'in haline kaydı—ve yüzünde belirsiz, ama içten bir gülümseme oluştu.
Velora (iç ses): "Düşünceli. Beklediğimden daha derin. Belki de içindeki karmaşaya rağmen... bir lider olabilir."
Velora (yüksek sesle): "Bolbin. Garron için kumaşlarımı kullan. Ona yaraşır şekilde dikilsin."
Bolbin (eğilerek): "Emredersiniz Leydi Velora. Lacivert, gece grisi ve altın iplik... bugün kumaşlar dile gelecek!"
Garron, bir şey söylemedi. Ama başını Brien'e doğru eğdi—sessiz, ama ağır bir minnettarlıkla.
Brien (utangaç ama sakin): "Yani... sonuçta biriyle aynı odayı paylaşıyorsam, en azından şık görünmeli, değil mi?"
Miller: "Eğer Garron şık olursa… bu sarayın kadınları felaket şekilde etkilenir. Sorumlusu sensin."
Brien: "Yeni başlığım: Gardırop Temsilcisi Auren."
Ay Şatosu – İç Bahçe, Antrenman Alanı
Kahvaltıdan sonra hava ısınmaya başlamış, şatonun iç bahçesi hafif bir meltemle canlanmıştı. Yeşil çimenler arasında uzanan taş döşemeli özel bir alan, eski şövalyelerin zamanından kalma kılıç eğitimleri için ayrılmıştı.
Velora, kılıcını beline takmış, Arwen ve Brien'i yanına çağırdı.
Velora: "Bir savaşçı sadece güçle değil, içgörüyle savaşır. Bugün… içgüdüleriniz konuşacak."
Brien (hâlâ esneyerek): "Benim içgüdüm şu an yastık diyor ama… kılıç da olur."
Arwen (hafif gülümser): "Bakalım içgüdülerin seni ayakta tutabilecek mi?"
Velora (sert ama nazikçe): "Kalk Brien. Bana saldır."
Brien: "Öyle mi? Tam saldırayım mı? Yani... şaka değil?"
Velora: "Şaka yapmam. Hadi."
Brien önce kararsızca kılıcı eline aldı. Parmakları sapı yokladı, sonra birden gözleri ciddileşti. Bir anda ileri atıldı—ama sert ve kaba değil. Hareketi, sanki daha önce bin kez yapmış gibi akıcıydı.
Çelik, çeliğe çarptı. Velora kaşlarını kaldırdı. Brien'in savunmaya geçişi, ayağını döndürmesi, ardından dengesini toparlaması… içgüdüsel, ama tecrübeli gibiydi.
Velora (iç ses): "Bu… bu bir yetenekten fazlası. Bu doğuştan gelen bir savaş hafızası."
Arwen, kenarda izliyordu. Brien'in kılıcı tutuşu, gözlerindeki ciddiyet… onu etkilemişti. Ellerini göğsünde kavuşturdu, gözlerini ondan alamıyordu.
Velora: "Yeter. Geri çekil."
Brien (soluklanarak): "Yani… kötü değildim değil mi? Pek kılıç dersi almadım da..."
Velora (ona bakarak): "Kılıç seni tanıyor, Brien. Seninle konuşuyor gibi."
Brien: "Ben genelde çatal ve kaşıkla konuşurum ama… sanırım bu da olur."
Arwen, o anda Brien'e bir adım yaklaştı. Dudaklarında farkında olmadan oluşan bir tebessümle:
Arwen (hafifçe): "Garip… ama büyüleyici."
Brien: "Ne dedin?"
Arwen (hızla geri çekilir): "Hiç! Hava… şey, biraz nemli."
Brien (omzunu silker): "Ben zaten sabah sabah pek net duymam."
Velora, Arwen'e döndü. Onun Brien'e bakışını yakalamıştı.
Velora (sessizce): "Dikkat et Arwen… bazen en büyük karanlık, parlak gülümsemelerin ardında saklıdır."
Ay Şatosu – Rezonans Alanı
Velora, Brien ve Arwen'i, şatonun iç bahçesindeki eski bir rezonans alanına getirmişti. Taş döşeli dairenin tam ortasında, doğal olarak yükselmiş bir obsidyen taş duruyordu. Üzerindeki semboller, sabah ışığıyla hafifçe parlıyordu.
Velora: "Bu alan… sıradan bir eğitim yeri değil. Rezonans, irade ağacının bir dalıdır. Her insanın içinde filizlenen bir yapı… ve bu taş, o ağacın ilk yapraklarına dokunur."
Brien (kafasını eğerek): "Yani bizim vücudumuzda bir… ağaç mı var?"
Velora (hafif gülümser): "Benzetme olarak, evet. İrade, kalpte başlar. Oradan sinirlere, kemiklere, kaslara… ve en sonunda ruha yayılır. Rezonans, o yayılımın ne kadar uyumlu olduğunu ölçer."
Arwen, ilk adımı atarak taşın önüne geçti. Ellerini taşın yüzeyine koyduğunda gözleri değişmedi, ama yüzünde bir yoğunlaşma belirdi. Taş hafifçe titreşti. Derin, fakat sakin bir enerji yaydı.
Velora: "Denge. Disiplin. Sen, ağacının köklerini kontrol ediyorsun Arwen."
Arwen başını eğdi, biraz da gururluydu.
Sıra Brien'e geldi. Gülerek yaklaştı, ama gözleri ciddiydi. Taşa dokunduğu anda alan hafifçe serinledi. Taş, önce hiç tepki vermedi. Sonra birden yüzeyinde hafif dalgalanmalar oluştu—sanki çok derin bir kuyunun dibinden yankılanan bir düşünce gibi.
Velora, gözlerini kısıp dikkatle izliyordu. Taş hâlâ sessizdi ama derinden gelen bir nabız gibi titreşiyordu.
Velora (iç ses): "Bu… ham. Ama derin. İçinde ne olduğunu kendi bile bilmiyor."
Brien, taşın yüzeyinden elini çekti. "Bir şey hissettim… ama adını koyamıyorum."
Velora: "Çünkü bu, hissetmen değil… gelişmen gereken bir şey. Rezonans, gözlerinle değil; iradenle görülür. Ve senin ağacın hâlâ büyüyor, Brien."
Arwen, Brien'e yan gözle baktı. Onun içindeki ham potansiyele, doğallığına... ve farkında olmadan çevresini etkilemesine hayran kalmıştı. Ama Brien hiçbir şeyin farkında değildi.
Brien (Arwen'e bakarak): "Yani… iyi miydi kötü müydü?"
Arwen (hafif gülümsemeyle): "Bilmiyorum. Ama... ilginçti."
Brien: "Hayatım boyunca duyduğum en gizemli yorum. Sağ ol."
Sahne: Ay Şatosu – Rezonans Alanı, Obsidyen Taşın Önü
Brien elini taştan çekmiş, hâlâ içinde oluşan o garip duyguyu anlamaya çalışıyordu. Arwen sessizce onu izlerken, Velora. taşın yanına yürüdü ve ikisinin de dikkatini çekerek konuşmaya başladı.
Velora: "Bu taşın yaptığı şey mucize değil. Sadece... seni sana gösteriyor."
Brien: "Bana gösterdiği şey... çok karışıktı."
Velora (ciddiyetle): "Çünkü rezonans, karmaşanın kendisinden doğar. Şunu anlamanız gerek: Bu evrendeki her canlı, her ruh, her zihin bir rezonansa sahiptir. Bu sadece savaşçılara ait bir kavram değil."
Arwen: "Hayvanlar da mı?"
Velora: "Evet. Bir kurt sürüsünün hareket uyumu, bir kuşun gökyüzüne yükselme açısı, hatta bir çiçeğin rüzgâra karşı direnci bile... birer rezonanstır."
Velora taşı parmaklarıyla nazikçe okşadı. Gözleri öğrencilerindeydi.
Velora: "İnsanda rezonans, beyin ile bedenin koordinasyonunu sağlar. Ne kadar güçlü bir rezonansa sahipsen, o kadar dayanıklı, çevik, hızlı ve akıllı olursun."
Brien (kaşlarını kaldırarak): "Yani dört ana alan... Ama bir insan hepsinde iyi olamaz, değil mi?"
Velora: "Hayır. Her insan, rezonansının içinde bu dört yönü taşır ama... sadece biri baskın olabilir. Dayanıklılık seni savaş alanında ayakta tutar. Çeviklik seni düşmandan önce harekete geçirir. Hız seni rakiplerinin ötesine taşır. Ve akıl... tüm bunları yöneten merkezdir."
Arwen: "Peki bir kişi istediği yöne mi evriliyor?"
Velora (onaylayarak): "Evet. İnsan, hangi alana odaklanırsa... rezonansı da o alanda güçlenir. Ama dikkat edin—bir yöne çok saparsanız diğer yönler zayıflar."
Brien: "Yani hızlı ama kırılgan, ya da akıllı ama yavaş birine dönüşebilirim."
Velora (hafifçe gülümseyerek): "İşte bu, rezonansın doğası. Dengeyi korumak zor ama mümkündür. Ve bazı... özel bireyler, dördünde de iz taşıyabilir."
Velrora ayrılmak için arkasını döndü ve Brien ile Arwene birlikte 1000 şınav çekmelerini söyler
Çocuklar ağlamamak için arkalarını döner ve kılıçlarına kafa atarlar .
Sessiz Eğitim Bahçesi
Rüzgâr burada daha serindi. Bahçenin tam ortasında bir çınar ağacı yükseliyor, yaprakları yavaşça salınıyordu. Altında, sade kahverengi giysiler giymiş yaşlı bir adam meditasyon hâlindeydi. Ellerini dizlerine koymuş, gözleri kapalıydı.
Elion Varell – Nebulis'in ilk taşıyıcılarından biri olan Sireon Varell'in torunu. Ama üzerinde ihtişam, gurur ya da gösteriş yoktu. O, sanki evrenin sadece bir sessiz cümlesiydi.
Velora, yavaş adımlarla yaklaştı. Arkasında Miller vardı, hafif meraklı ama dikkatli.
Velora (sessizce): "Elion. Geldi."
Elion gözlerini açtı. Gözleri yaşlıydı ama içlerinde yıldızların ışıltısı gibi sessiz bir bilgelik vardı. Yüzü sert değil, ama kesin çizgilere sahipti. Doğal bir duruşla ayağa kalktı.
Elion: "Sen... Miller Auren. İçinde üç ses taşıyan çocuk."
Miller (temkinli): "Evet. Bunu herkes söylüyor ama ben... ne demek olduğunu hâlâ tam anlayamıyorum."
Elion (yaklaşıp göz hizasına gelir): "Bunun anlamı sadece doğmakla bilinmez. İçinde Reaper'ın gölgesi var. Vartikan'ın nabzı. Ve… Nebulis'in yankısı."
Miller: "Peki… neden beni eğitmek için siz çağrıldınız?"
Elion: "Çünkü sadece taşıyıcılar... yankıyı tanır."
Velora gözlerini Miller'dan ayırmadan konuştu:
Velora: "Onu Akademi'den özel olarak ben istedim. Sireon Varell'in mirasını taşıyan tek usta o. Ve seni eğitebilecek tek kişi."
Miller: "Peki bana ne öğreteceksiniz? Kılıç mı, büyü mü, kristaller mi?"
Elion (yavaşça başını sallar): "Hayır. Sana… dinlemeyi öğreteceğim."
Miller: "Dinlemeyi mi?"
Elion: "Çünkü içindeki üç öz… sürekli konuşuyor. Ama sen henüz hangisinin sesine ait olduğunu bile bilmiyorsun."
Elion, çınar ağacının gövdesine dokundu. Parmak uçlarıyla ağacın kabuğunu hisseder gibi:
Elion: "İrade... bir ağacın çekirdeği gibidir. Sessizlikle büyür. Gürültüyle değil."
Miller bir an duraksadı. Kendini anlatılamaz bir huzurun içinde hissetmişti. O anda, ilk defa içindeki fırtınalar kısacık da olsa durulmuştu.