Runahar, kendini kolların yakınındaki bir platforma yerleştirip büyüsel kumanda mekanizmalarını eline aldı. Runashar ve Cahelon, mancınığın dış çeperinde güvenli bir mesafede konumlanmış, yakından izleme yapıyorlardı. Enerji akımları ve antimadde odacıkları tek tek devreye sokuldu. Mor alevli işaretler, dişli çarkların üzerinde yanıp söndü. Kozmik girdaplar, sanki dev bir kalbin atışı gibi titreşerek, gök cismini sıkıştıran bir basınç oluşturmaya başladı. Bir noktada, platformun etrafındaki büyü çemberi alev aldı ve kulakları sağır eden bir homurtu koptu: Mancınığın çekirdek reaktörleri çalışmaya başlamıştı.
İlk saniyelerde lav fışkırmaları ve öbek öbek patlamalar meydana geldi. Gezegenin kabuğuna yerleştirilmiş zincirler, patlamanın güç dalgasıyla kısmen erime noktasına geldi ama Runashar büyüyle destek vererek bu erimeyi yavaşlattı. Bu sırada, Cahelon da dengeyi sağlaması için antimadde akışını düzenliyordu. Kollar bir anlığına titredi, sanki devasa bir yaratık canlanmış da gövdesini geriyormuş gibi, ardından müthiş bir ivme devreye girdi. Ölgün gezegen, kozmik bir mermi misali ileri fırlatıldı.
Fırlatma anı, alt evrenin karanlık boşluğunda olağanüstü bir parıltıyla yankılandı. Gezegenin arkasında spiral benzeri ateş izleri belirdi, manzara giderek gözden kaybolacak kadar hızlandı. Çok geçmeden, bu gezegen parçasının hedef noktası olarak belirlenen uzak bir konumda şiddetli bir çarpışma gerçekleşti. Başıboş dolanan bir asteroid kümesi, mancınığın fırlattığı küreyle çarpıştı ve ortaya dev bir ışık topu çıktı. Çarpma sonucunda devasa alev patlamaları, milyonlarca metal kırıntısı ve kozmik toz bulutu uzaya savruldu. Kıvılcımlar, alt evrenin sessiz karanlığını bir süreliğine günü andıran bir parlaklığa boğdu.
Runahar, platformun üzerinde kısık bir kahkaha attı. Bu sadece bir deneme atışıydı ve yine de gezegen parçasını hiç zorlanmadan, büyük bir süratle, onlarca ışık yılı uzaklığa fırlatmayı başarmışlardı. Mancınığın kolları ve mekanik aksamı hâlâ sıcaktı, yer yer çatlaklar görünüyor, büyü mühürleri is kokuyordu, fakat temel mekanizmanın çalıştığı açıktı. Böylesi bir atış, üst evrende savunma hattı kurmaya çalışan herhangi bir filoyu ya da gezegeni tek darbeyle yok edebilecek düzeydeydi. Elbette birkaç onarım, güçlendirme ve ivme ayarının yapılması şarttı; ama Kryndorim bir kez daha, hem de tüm alt evrenin dehşetini uyandıracak şekilde, yeni bir ölüm makinesine sahip olduğunu ilan etmişti.
Böylece, üst evrenin psişik karşı önlemleri Runashar'ı uzun vadede durdurmaya yetmeyeceğini kanıtlarcasına, Runahar'ın inşa ettiği gezegen mancınığının gücü doğrulanmış oldu. Kara Nüve ile birlikte ürkütücü bir sinsi savaş taktiği de yürürlükteydi; ama asıl büyük hamle, göz kamaştırıcı bir güç gösterisiyle bir dünya kütlesini tek atışla savurabilecek bu devasa silahla gelecekti. Alt evrende yankılanan patlama ve alev sütunları, yaklaşmakta olan büyük istilanın habercisi olurken, mancınığın kolları arasında hâlâ bir sonraki kurbanını bekleyen soğuk, aç bir boşluk hissediliyordu. Kryndorim'de artık kimse, büyük fetihten geri dönüleceğine ihtimal vermiyordu.
Zamanın akışı, Kryndorim'deki çarkların çalışmasıyla birlikte artık bambaşka bir boyuta taşınıyordu. Gezegen mancınığının ilk denemesinin başarıyla sonuçlanması, Üçler'in—Runashar, Cahelon ve özellikle Runahar'ın—içinde dizginlenemez bir coşku uyandırmıştı. Bu coşkuya, alt evrenin dört yanından toplanmış karanlık enerjiler ve egzotik metallerle elde edilmiş yeni yapıların yükselmesi eşlik ediyordu. Öte yandan, tüm bu girişimlerin ana hedefi olan üst evrenle ilgili ufak tefek çatışma sinyalleri de gelmiyor değildi. Orada, Kara Nüve'nin etkilerini yok edecek psişik savunmalar ve farklı teknolojik tedbirler şekilleniyor, bazı varlıklar Kryndorim'in karanlık planlarını hissetmeye başlıyordu. Tam da bu yüzden, Runahar zamanın aleyhlerine işlemesine razı olmadan, gezegen mancınığını bir an önce üst evren sınırına taşıyıp büyük saldırıya girişmek istedi.
Kryndorim'de yükselen devasa kulelerin tepelerinde kor haline gelmiş mor alevler, bir sabah karanlığı andıran uçsuz bucaksız gecede boğuk homurtularla titreşirken, mancınığın konumlandırılmasına dair hazırlıklar hızla sürdürüldü. Çevresinde biriktirilen antimadde tankları, Lorexium kaplamalı dişliler, Estheron tabanlı kristal odalar… Tüm bunlar, bir "harekete geçirme ritüeli" için gerekliydi. Üçler, büyü ustalarının ve gölge mühendislerinin önderliğinde, silahı bir bütün olarak "sürükleyebilecek" ayinlerin taslağını çıkarmıştı. Çünkü sıradan bir mekanik itişle veya uzay gemisi motorlarıyla mancınığı üst evren sınırına taşımak neredeyse imkânsızdı: Kütlesi o kadar büyüktü ve ürettiği muazzam enerji dalgalanmaları o kadar yoğundu ki, basit bir yolculuk dahi felaketle sonuçlanabilirdi. Bu yüzden, aynı boyutsal mühendislik yöntemleriyle, kara büyü ve kozmik ritüellerle, adeta bir "sürüklenecek boyut kesesi" yaratmak gerekiyordu.
Büyücüler, mancınığın etrafını saran bir dizi tılsım çemberi kurdu. Her çember farklı bir enerjiyi dengeleme işlevi görecek şekilde ayarlanmıştı. Kimi, alt evrende dolaşan öfke ve karanlık dalgalarını emiyor, kimi yıldız enkazlarından toplanan radyasyonu stabilize ediyor, bir diğeri ise antimadde sızıntılarını yalıtıyordu. Runashar, havaya çizdiği keskin hareketlerle büyü kalkanlarını devreye sokuyor, bu sırada Cahelon, Lorexium katmanlarından geçen güç akışlarını yerinde tutmak için kristal odakları ince ayarla kontrol ediyordu. Runahar ise bütün bu çalışmayı sabırsızlıkla izliyor, bir an önce muhteşem silahını üst evrenin sınırına itip orada kahkahasını patlatacak anı bekliyordu.
Gün geldiğinde, etraftaki cüce yıldızların karartısına ve yorgun alev bulutlarının uçuşmasına inat, büyücüler kendilerini çemberlerin merkezine yerleştirdi. "Harekete geçirme ritüeli" başlatıldığında, kristal odalardan yükselen titreşimli sesler alt evrenin sessiz boşluğunda yankılandı. Mor alevler sütunlar boyunca uzayıp saçıldı, parıltılar uykudaki dev canavarları uyandırırmışçasına çığlık çığlığa bir tını yaydı. Yıldızsız gökyüzünde, yer yer çatlaklar belirdi. Belli belirsiz bir dalga halinde, mancınığın dev kolları hafif hafif yerlerinden kıpırdadı, sonra alt evren dokusunun içinde adeta bir gölge gibi süzülmeye başladı. Bu, gözle bakıldığında anlaşılması güç bir görüntüydü: Muazzam kütledeki silah, sanki kendi ağırlığını yitirip çok yavaş bir salınmayla ve büyünün itici gücüyle kayıyordu.
Boyutsal kayma sırasında, gölge mühendisleri, "boşluğun, büyünün ve ritüellerin" gücünü dengede tutmak için mancınığın çevresinde volta atıp durdu. Kolların ucundaki dişlileri sabitleyen kilitler ısındıkça alev topçukları patlıyor, tılsımlar kimi noktalarda çatırdıyor, ama her defasında son anda yeni bir destek büyüsüyle onarılarak facia önleniyordu. Bu yolculuk, alt evrenin kıyılarına kadar devam etti. Bir zaman sonra, öyle bir bölgede durdular ki, burası artık "sınır" diye tarif edilen kavramın hemen ötesiydi: Üst evrenle alt evrenin kesiştiği, kararsız ve dalgalı bir ara katman. Burada bir boyut yırtığı açmak, muazzam bir enerjiye ve özel bir maddeye gerek duyuyordu. Cahelon'un önceden hazırladığı plan uyarınca, "Dörtlü Parçacık" adı verilen, farklı boyut özlerinden harmanlanmış, neredeyse bir katı-sıvı gaz gibi davranan karmaşık bir madde kullanılacaktı.
Kısıtlı miktardaki bu madde, Lorexium zarfına hapsedilmiş küçücük tüplerde saklanıyordu. Ritüelin ikinci aşamasında, bu tüpler belirli bir sırayla açılıp titizce havaya salınacaktı; madde boşlukta yayıldıkça, zaman ve mekânın sınırına "iğneler batıran" mikroskobik patlamalar tetikleyecekti. İşte bu patlamalar, boyutsal bariyeri zedeleyecek ve kısa süreliğine, devasa mancınığın geçebileceği genişlikte bir kesit oluşturacaktı. Planın hassas noktası, patlamaların tam da gerektiği yoğunlukta olmasıydı. Eğer fazla güç kullanılırsa, yırtık tamamen kontrolden çıkıp alt evren ve üst evreni ölümcül bir girdapla birbirine karıştırabilirdi. Eğer düşük kalırsa, mancınığın koca kütlesi o delikten geçemeyip sıkışabilirdi.
Runahar bizzat orada bulunuyor, sinirli ama istekli bir şekilde süreci izliyordu. Cahelon tüpleri sırayla patlatırken, Runashar da patlamayı dengeleyecek büyü sembollerini havada çizmeye devam etti. Birinci tüp boşaldığında, önlerinde küçük bir parıltı oluştu; bu parıltı, gecenin karanlığında ansızın çakan bir şimşeğe benziyordu. İkinci tüp salındığında, parıltı kısa süre için inceldi, sanki bir tel gibi uzadı ve titreşerek gerildi. Üçüncü ve dördüncü tüpler birbirini izleyen kalp atışı gibi arka arkaya boşaldığında, alt evrenin kıyısında bekleşen tüm iblis ve büyücüler, yerin derinliklerinden gelen bir uğultu duydular. Kozmik sessizliği yaran bu uğultu, boyutsal duvarların zangırdadığına işaret ediyordu.
Ansızın, göz önünde kıvılcımlar çakarak, sanki hava bir yırtılmaya uğramışçasına geniş bir yarık açıldı. Bu yarık, alt evrenin karanlık fonunda yeşilimsi ve turkuaz ışımalarla titreşiyordu. Göz kamaştırıcı bir girdaba benziyordu; içi kısmen şeffaf, kısmen de sürekli değişen renk bulantılarıyla doluydu. Dev mancınık, yavaş yavaş bu yırtığa doğru itilmeye başladı. İlk başta kolların uçları delikten geçti, sonra gövdesi, en sonunda da sabitleyici kuyruk plakaları. Bütün bu süreç boyunca, büyücülerin koruma kalkanları aralıksız çalışıyor, karanlık mühürler eriyip tekrar dökülüyor, alevler sütunlardan fışkırıyordu. Birkaç nefes süren kaotik anın ardından, devasa silah bütünüyle yırtığın ötesine—yani üst evrenin eşiğine—sürüklenmiş oldu.
Bu, Kryndorim'in planlarının belki de en kritik aşamasıydı. Üst evrenin büyük boşluğuna geçtiğinde, Runahar ve adamları oradaki koordinatları hızla belirlediler. Bu noktada alev ve karanlık nitelikleri hâlâ işe yarıyordu; zira boyutsal yolculuğun hemen sonrasında, mancınığı korumasız bırakacak bir düşman saldırısıyla karşılaşabilirlerdi. Ne var ki, beklenen güçlü bir saldırı olmadı; Kara Nüve'nin ifşası yüzünden üst evrende pek çok medeniyet teyakkuzda olsa da, tam da bu bölgeyi koruyan belli bir ordu yoktu. Öyle anlaşılıyordu ki, alt evrenden dev bir mekanik cehennem aygıtının geçiş yapacağını kimse tahmin etmiyordu.
Mancınık yerleşince, Runahar kendisi gibi alev ve kas gücüne sahip devasa koruyucu yaratıklara zincirleri yeniden taktırdı. Bu silahın işleyişi şöyleydi: Gök cisimleri, kolların orta kısmındaki kavrayıcılara çekilecek, orada sıkıca tutularak ivme sistemine bağlanacak, ve en sonunda yüksek hızla fırlatılacaklardı. Bir "gezegen topu"nu andıracak bu mermiler, bazen çürük gezegen çekirdekleri, bazen uzay enkazları, bazen de dev meteorlardan ibaret olacaktı. Eğer hedefte kalabalık bir uygarlığa sahip bir gezegen varsa, devasa kozmik kütle çarpması, pratik olarak bir imha senaryosu anlamına gelecekti. Nitekim Runahar, orada "bilardo topları" gibi tanımlayabileceği, dolu dizgin sıralanmış küreleri görünce kendinden geçti. Bu küreler, alt evrenden sürükleyip getirdikleri çorak dünyalardan kesilmiş parçalardan veya yıldız bloklarından oluşuyordu. Her biri tahmin edilemeyecek kadar yıkıcı bir çarpmaya yol açabilecek güçteydi.
Çok geçmeden, mancınığın muazzam kolları harekete geçti. Runahar, platformda durup çığlık çığlığa emirler veriyordu. "Zincirleme atış başlasın!" diye haykırdı. Mühendisler, Lorexium kaplı dişlileri çevirerek birinci mermiyi yuvasına ittiler. Alevli kırmızı bir halo etrafında dönen bu devasa küre, belki ayı andıran boyutlara sahipti. Orada, uzayın sessizliğinde asılı dururken, sistem bir çınlama sesiyle harekete geçti. Büyük bir geri çekilme, metalik kolların gerilmesi ve sonrasında patlama benzeri bir itme… Cisim, korkunç bir hızla fırlayıp gözden kayboldu. Ardından aynı mekanizma ikinci ve üçüncü cismi de geriye doğru çekip, neredeyse sıralı atışlarla birbirinin peşi sıra fırlattı.
Çığ gibi kopan bu zincirleme atış, üst evrenin yakın mesafedeki boşluk bölgelerini boydan boya tarayabilecek güce sahipti. Uzaktan bakıldığında, parıldayan birkaç küre sırasıyla ışıktan çizgiler bırakarak kayboluyordu. Bazıları boşlukta süzülecek, belki hedef bulamayacak, ama bazıları tam da planlandığı gibi potansiyel kurbanlarının yörüngesine yönelecekti. Zaten kısa süre sonra, Hinil adlı bir gezegenden panik dolu sinyaller yükseldi. Bu gezegen, boyutsal koordinatlarında kendi halinde bir yerleşime, mütevazı ekosistemlere ve orta seviyede teknolojik gelişmelere sahipti. Tekil ya da çok zayıf müttefiklik bağları bulunan, hayatta kalma mücadelesini barışçıl yollarla sürdürdüğü söylenen bir diyardı. Ama şansları, tam da Runahar'ın gezegen mancınığının atış menzilinde yer almaktı.
Hinil semalarında o gün hava olağanüstü berraktı, hatta gezegenin yörüngesinden süzülen ışıkları rahatça görebilen gözlemciler, uzaklarda büyük bir parıltı fark ettiler. Önce bunun bir meteor sürüsü olduğunu düşündüler. Ama parıltıların büyüklüğü ve yörüngesel açıları çabucak bir terslik olduğunu gösteriyordu. Gezegenin yüksek dağlarında yer alan rasathanelerde çalışan varlıklar, teleskopların benzeri aygıtlarla bu gök cisimlerini inceleyince, meselenin çok daha korkunç olduğu anlaşıldı. Yaklaşan kütle, bir meteorla kıyaslanamayacak kadar büyüktü ve üzerinde ısıl hareketler ile karanlık alev parlamaları seçilebiliyordu. Sanki uzayda çıplak gözle görünecek kadar devasa bir enerji tomurcuğuyla sarılıydı. Aniden çıkan alarm çanları, Hinil'in büyük şehirlerine paniği yaydı. Haber ağları, çok kısa bir zaman dilimi içinde "muhtemel çarpma" senaryolarını halkla paylaşıyor, tüm savunma sistemlerini aktif hâle getirecek kadar acil kodlar gönderiyordu.
Gezegenin askeri ve bilimsel birimleri, bu büyüklükte bir çarpışma yaşanırsa tam bir felaketin yaşanacağını hemen öngördüler. Yine de çaresizlik içinde, ellerindeki sınırlı gemilerle veya gezegen savunma silahlarıyla cismin rotasını saptırmaya çabalayabileceklerini umdular. Bazı gemiler hızla uzaya açılıp devasa küreyi yoklamaya kalktılar. Fakat bu küre, sanki alt evrenin karanlık büyüleriyle kaplanmış haldeydi: Yörüngeye yaklaşan gemiler, gemiden çıkan silah atışları veya patlayıcılar, kürenin üzerinde neredeyse boşuna parlayıp sönüyor, çarptıkları yüzeyde fazladan birkaç kıvılcım dışında bir etki yaratmıyordu. Üstelik cisim, tam da Hinil'e kilitlenmiş bir yönle ilerliyordu ve durdurulmasına yönelik en ufak bir ipucu bile yoktu.
Dağlardaki gözlem istasyonlarında nefesler tutularak bu manzara izlendi. Küre giderek büyüyor, hem atmosferde yanıp tutuşan meteorlar gibi bir kuyruk bırakıyor hem de sanki çevresindeki karanlık alevlerle aydınlanıyordu. Varlıklar, çocuklarından yaşlılarına dek, gökyüzünde yaklaşan o şeyi görüp korkuyla bağırıyor, bir mucize bekliyor, hatta kimileri kurtuluşu dua ve büyü ritüellerinde arıyordu. Fakat çok geçmeden, cismin yüzeyi çatırdamaya başladı; içindeki muazzam basınç, yüzeydeki katmanı paramparça ederek alevler ve kükürt benzeri madde püskürtüyordu. Bu, çarpışma öncesi bir tür "çatlama" aşamasıydı.
Sonra ansızın, gezegenin atmosfer katmanlarını delip geçen o devasa kitle, masmavi gökyüzünü koyu kırmızı bir ateş perdesine dönüştürdü. Dağ doruklarında buzlar anında eridi, vadilerdeki ırmaklar kaynayan su buharlarına dönüştü, evler ve şehirler bir anda ortalığı kaplayan alev kasırgası içinde kaybolmaya başladı. Cismin çarpışma noktası, Hinil'in en kalabalık nüfus merkezlerinden birine denk geliyordu. Devasa patlama, önce koca bir basınç dalgası yarattı; kilometrelerce ötedeki yapılar toza bulandı, havaya fırlayan enkaz parçaları bulutlara kadar yükseldi. Ardından gelen ateş ve şok dalgası, toprağı alevden bir çorak katmana dönüştürerek gezegenin kıtalarını yararcasına çatlaklar açtı.
Bir zamanlar barışçıl bir uygarlığa sahip olan Hinil'de, insanlar veya diğer zeki varlıklar, son nefeslerini birbirine karışan bağırtılar arasında verirken, çarpmanın açtığı dev kraterden fışkıran lav ve enerji sütunları gökyüzünü kapladı. Sadece dakikalar içerisinde, çarpışma merkezindeki milyonlarca can yok oldu, olayın artçı etkileri genişleyerek kıtalar arası depremlere ve yanardağ patlamalarına dönüştü. Gezegenin atmosferi soluk griden kapkara kül rengine boyandı. Geriye kalanlar ise dehşetle birbirine sarılan küçük topluluklardan ibaretti; lâkin aşırı ısınma ve zehirli gazların yükselmesi, en ufak bir kurtuluş umudunu bile boşa çıkarıyordu. Yerkabuğunda ardı ardına kopan kırılmalar, Hinil'i koca bir yanardağa dönüştürürcesine yutuşa geçmişti.