6

Yukarıda, üst evrenin boşluğunda, bu felaket sahnesini izleyen runik aynalar ve gölge yansıtıcılar sayesinde, Runahar olan biteni bir tür canlı kayıt gibi seyretti. Kendisi, mancınığın kumanda platformunda duruyor ve alt evrenden gelen mistik bir gözlem koridoru aracılığıyla o korku dolu manzarayı keyifle izliyordu. Hinil'in atmosferinde yok oluşun son aşamaları gözlemlenirken, kraterlerde magma denizleri kaynıyor, bütün okyanuslar buharlaşıyor, havada milyonlarca canlının çığlığı sessizliğe gömülüyordu. En sonunda, dev bir çökme hareketiyle gezegenin devreleri kırıldı ve Hinil, adeta içten gelen bir patlamayla tam anlamıyla çöktü. Ortada koca bir toz ve ateş yumağı kaldı. Geriye kalan enkaz, koskoca bir göktaş yığını gibi evrenin boşluğuna saçılıyordu.

Runashar ve Cahelon, gölge boyutuna açılan geçitlerle olayın sonuçlarını kontrol etmek için hazırlıklara girişti, ama Runahar ise o anda gözlerini kapatıp zevkle kükreyen bir kahkaha attı. Gezegen mancınığı, büyük sınavını ilk kez üst evrende canlı bir diyara karşı vererek tam zafer elde etmişti. O kahkaha, alt ve üst evreni saran tüm canlıların ruhunda titreşecek denli uğursuz ve keskin bir zaferin nişanesi oldu. Bu anla birlikte, Kryndorim'in dehşet deryasına karışan yeni sayfa resmen açılmış, Üçler'in önderliğinde tüm evrenler, belki de daha önce hiç görmedikleri bir yıkımın habercisi olan karanlık gölgelere teslim olmaya bir adım daha yaklaşmıştı. Runahar'ın yankılanan kahkahası, ortaya çıkan kızıl harabelerin ve mutlak yok oluşun ortasında zamanın kendisini bile donduruyor gibi hissettiriyordu.

Alt evrende başlayan yıkım ve üst evrene taşan kaosun ortasında, Runahar, Runashar ve Cahelon'un gözü artık bir gezegenden çok daha fazlasına dikilmişti. Gezegen mancınığının ilk büyük başarısından sonra, üst evrende daha geniş çaplı bir harekâtın zamanının geldiğine inanıyorlardı. Hinil'in küllerinden yükselen yankılar, onların gücünün yalnızca ufak bir yansımasıydı. Alt evrende kurdukları devasa katedral benzeri şehir, Kryndorim, her ne kadar arkalarında kalmış olsa da, oradaki hükümranlık hâlâ sürüyor, ordular, büyücüler ve sayısız iblis onlara itaati sürdürüyorlardı. Ama Üçler, şimdi tüm odağını galaksi boyutunda bir imhaya vermiş durumdaydı.

Runahar, yıldızların ötesinde, belki de binlerce uygarlığı barındıran bir galaksinin haritasını büyük bir öfke ve hırsla inceleyip duruyordu. Casusların raporlarından ve boyutsal geçitlerden gelen haberlerden üst evrenin tam göbeğinde yer alan bu dev galaksinin, birbirine zıt onlarca siyasi gücü ve biyolojik çeşitliliği barındırdığı anlaşılmıştı. Kimisi psişik yeteneklere sahip ırklarla dolu olan gezegenler, kimisi muazzam teknolojik ilerlemelere erişmiş medeniyetler… Kimi yüzyıllardır derin bir barış uykusunda, kimiyse komşularıyla kanlı savaşlar halinde. Üçler, tüm bu kargaşayı fırsata çevirmeyi kafaya koymuştu; çünkü büyük ve dağınık bir galaksiyi savunmak zordu. Dolayısıyla tek bir dehşet darbesi, muhtemelen kıvılcımlar halinde binlerce uygarlığın çöküşüne yol açacaktı.

Fakat aynı anda, evrenin neredeyse her katmanında olağanüstü bir hareketlilik sezilmeye başlandı. Tuhaf fısıltılar yayılıyordu: Saniyelerin bile ötesinde, belki zamanın kesafetine sığmayacak kadar kısa bir anda, alt ve üst evrenin sınırlarını birleştiren o büyük boyut yarıklarının sessizce mühürlendiği, evrenin bilmediği bir "manevi bariyer"in konulduğu konuşuluyordu. Bu bariyer, öyle bir güçle örülmüştü ki, "henüz" kelimesini dahi aştığı, yani olası herhangi bir zamanda tekrarlanacak boyut saldırılarını veya devasa kaos geçişlerini peşinen durdurabilecek kudrette olduğu söyleniyordu. Kendi içlerinde melek benzeri yaratıklar, bu kapıların önünde nöbet tutmaya başlamış, elinde aşılmaz bir ışık kalkanı taşıyan bu varlıklar sanki tüm evrenlerin karmaşasında birer kale gibi duruyorlardı.

Üçler bu haberi aldıklarında, aslında hayal kırıklığına uğramadılar. Aksine, atacakları sonraki adımda alt evrenle üst evren arasında gidip gelmeye ihtiyaç duymadan, zaten bulundukları yerde muazzam bir yıkım sergileyebileceklerini anladılar. Geçit kapanmış olsa da, kendileri hâlâ üst evrendeydiler ve oradaki işlerini tamamlayana dek döngüyü hiç umursamadan yollarına devam edebilirlerdi. Bariyerin varlığı, onlara yeni bir yaklaşım geliştirme gereği doğurdu: Üst evreni kökünden sarsarak, mümkün olduğunca hızlı ve büyük bir yıkımı tetiklemek. Çünkü eğer bu bariyer manevi düzeydeki tüm giriş-çıkışları sabitleyecek kadar güçlüyse, üst evrenin diğer kesimlerinden gelebilecek yardımların da sınırlanması olasıydı. Runahar, "Biz tam olarak istediğimiz yerdeyiz. Engelleyebileceklerini sanıyorlarsa, çok yanılıyorlar." diye haykırdı.

Runashar, yaşananlara soğukkanlılıkla yaklaşıyor, binlerce yıldan süzülüp gelen karanlık büyü formüllerini gözden geçiriyordu. Kendi geliştirip not aldığı kadim sembolleriyle, alt evrende test ettiği alev ve gölge kıvılcımlarını bir üst seviyeye taşımayı planlıyordu. Bu kez hedef, bir gezegen yıkımından katbekat öte, bir galaksinin neredeyse tüm organizmalarını tüketebilecek bir "kızıl yutucu" yaratmaktı. Bu kavram, karadelik benzeri çekim gücü olan, ama ondan çok daha saldırgan ve çok daha esrarengiz bir fenomeni ifade ediyordu. Klasik bir karadelik sadece uzayda maddeyi ve ışığı içine çekerdi; oysa Runashar'ın kafasındaki kızıl yutucu, çekmekle kalmayacak, yuttuğu bütün enerjileri hemen besin hâline getirip kendi potansiyelini büyütecekti. Üstelik alevi, gölgeyi, radyasyonu ve ruhsal enerjiyi aynı anda sindirebilecek, neredeyse "sonsuz" bir kudretin kapısını aralayacak bir proje.

Cahelon, laboratuvarlarında bu cisim hakkında ilk teorik hesaplamaları yaptığında, "Böyle bir varlık alt evrendeki en kötücül rüyaları bile aşabilir." dedi. Tuhaf bir heyecan dalgasıyla, çevresindeki gölge mühendisleri ve büyücüleri toplayıp, "kızıl yutucuyu" oluşturacak çekirdek malzemelerin neler olabileceğine dair uzun deneylere girişti. Lorexium, Estheron ve hatta dev mancınığın güç kaynağı olan antimadde türevleri zaten cephanelerinde vardı. Fakat asıl gerekli olan, galaksinin yerçekimi matematiğini bükebilecek düzeyde kozmik bir kıvılcımdı. Bu da, büyük çoğunlukla canlı yıldızların özünden çekilen bir "yıldız derisi" tabakasının işe yarayabileceğini gösteriyordu. Önceden tutsak edilmiş veya kendilerine hizmetkâr kılınmış yıldız varlıkları hatırlayan Cahelon, onlarla yapılacak özel bir ritüel sayesinde "kızıl yutucu"nun asıl nüvesini elde etmeyi öngördü.

Sinsice hareket eden gölge gemileri, üst evrenin ıssız köşelerinde henüz keşfedilmemiş, kimsesiz veya güçsüz yıldızları avlamaya başladılar. Bu yıldızlardan telekinetik ve karanlık büyü yardımıyla küçük parçalar kopartıldı. Her parça, sönmeye yakın bir alev topu gibi parıldıyor, ama tam anlamıyla ölmeden Runashar'ın hazırladığı büyü kürelerine hapsetmek mümkün oluyordu. Bir yıldızın çekirdeğinden koparılıp alınan bu "kabuğun" evrende eşi benzeri yoktu; zira süreç olağanüstü zorlu ve vahşiydi. Elde edilen maddeler, dev bir ocak benzeri laboratuvarda, Estheron kristalleri ve Lorexium bloklarıyla karıştırılıp yeni bir karışım oluşturdu. Bu karışım, görenlerin aklını yitireceği kadar parlak ama ürkütücü bir kırmızı tonla titreşiyordu. İçinde neredeyse canlı yıldırım gibi çakan siyahlıklar vardı; tam anlamıyla ne katı, ne sıvı, ne plazmaydı, her şeyi aynı anda temsil eden "çarpık" bir malzemeye benziyordu.

Runashar ile Cahelon, bu tuhaf özün etrafında dönerek birleştirdikleri büyü formülleriyle, kızıl yutucunun ilk nüvesini oluşturdu. Sonra bunu, dev mancınığın çok uzağındaki bir noktada, vakum alanı benzeri boşlukta serbest bırakıp büyüttüler. Kızıl yutucu, önce ufacık bir gezegen boyutunda, belki bir asteroid ebatında görüntü veriyordu. O hâliyle bile, çevresindeki moloz parçalarını kendine çekip içinde eritmeye başlamıştı. Lakin Üçler, onun devasa boyutlara erişmesini arzuluyordu. Zamanlama da önemliydi: Bu yutucuyu, galaksinin kalbine fırlattıklarında oradaki milyonlarca gezegeni, yıldızı, hatta belki de uzayda yol alan dev uygarlık filolarını yutup kendi kütlesini katlayarak büyüyecekti. Sonunda, gökkuşağındaki her rengi yok eden bir karanlık çiçek gibi galaksiyi saracak ve geriye çıldırtıcı bir kırmızı girdaptan başka bir şey bırakmayacaktı.

Runahar, tam da bu anı düşünerek heyecanlanıyor, dev mancınığın kollarını birer pençe gibi sıkarak sabırsızca homurdanıyordu. Daha önce Hinil gezegenine yaptıkları atış, sadece bir başlangıçtı; şimdi ise hedefleri bir bütün galaksiyi adeta lokma niyetine yutmaktı. Oltadaki yemi "kızıl yutucu" olacak, mancınık vasıtasıyla atılacak, sonra da galakside nereye değerse değsin yayılacaktı. Bu plan o kadar çılgınca ve o kadar devasa sonuçlar doğurabilirdi ki, evrende böylesi bir kıyamet senaryosu belki de ilk kez yaşanacaktı.

Tam bu dönemde, alt evrenle üst evrenin arasındaki yarıkları kapatan "manevi bariyer" dedikoduları giderek kesinlik kazanıyor, hatta boyut sınırlarında bekleyen melek benzeri varlıkların varlığına dair söylentiler çoğalıyordu. Bu varlıkların olağanüstü manevi güçlerle donatıldığı, mutlak bir ışıktan kılıç veya mızraklar taşıdıkları, hatta geleneksel büyüye dahi boyun eğmeyen bir iradeye sahip oldukları söyleniyordu. Yine de, Üçler için çok geç kalmış bir önlemdi bu; zaten barajın öte tarafına geçmiş, istedikleri yere yerleşmişlerdi. Zaman içinde alt evrendeki kalıntıları ya da oradaki varlıkları engelleseler bile, Runahar ve diğerleri hâlâ üst evrende cirit atabilirdi.

İşte o beklenen an yaklaştı. Runashar ellerini öne uzatarak, karanlık bir dualar silsilesi mırıldanmaya başladı. Çevredeki dev cisimlerin, asteroit kuşaklarının ve hatta ölü yıldız çekirdeklerinin titreştiği hissediliyordu. Bu titreşim, kızıl yutucunun çekirdeğini besleyip onu alttan ısıtır gibi bir etki yapıyordu. Cahelon, kristal kontrol panellerine dokunarak, alt evrende geliştirdiği bazı ince büyü ayarlamalarını üst evrende de tekrarladı. Her dokunuşunda, o gizemli cisimdeki kırmızı ışıma bir miktar daha parlıyor, içindeki siyahlıklar daha vahşi girdaplar halinde dalgalanıyordu. Sonunda, dışarıdan bakanlar, ufukta bir kızıl gezegen var zannedebilirdi: Kavisli kenarları, çatlak benzeri çizgileri, tam ortada kaynayan bir ateş çukuru. Aslında saf öfke ve yıkımı temsil eden bir girdabın embriyosu…

Runahar sabırsız bir tonda, "Yeterince büyüdü mü?" diye kükredi. Runashar, "Henüz değil, ama bekleyişin de sınırı var. Şu hâliyle bile onu mancınıkla fırlatırsak ilerlediği her noktada maddeyi yutmaya başlar, kendi kendini katlayarak büyüyecek." diye karşılık verdi. Cahelon da başını hafifçe sallayarak onayladı. Etraflarında gezinen gölge mühendisler, "Büyük Atış" için silahın parçalarını son kez kontrol ediyordu. En ufak bir hata, kızıl yutucunun mancınık civarındayken kontrolden çıkmasına neden olabilirdi ki bu, Üçler için bile büyük bir tehlike arz ederdi.

Sonunda her şey hazırdı. Şimdi ana mesele, söz konusu galaksinin tam kalbine doğru, muazzam bir hızla bu "kırmızı gezegeni" göndermekti. Mantık basitti: Hedefe vardıktan sonra, galaksi içerisindeki ilk yıldız sistemlerini yutacak, kütlesi katbekat artacak, derin bir kara alev formuna dönüşecek ve büyüyen çekim gücüyle kozmik boyutta yok oluş başlatacaktı. O esnada, kimse o galaksinin kurtarılmasına dair bir şey yapamasa da, belki hayatta kalanlar kenar kollarda kalacaktı. Ama yine de bu, milyarlarca canın topyekûn bir cehenneme sürüklenmesi anlamına geliyordu. Üçler, tam olarak bunu istiyordu: Üst evrendeki tüm medeniyetlere, "Koşulların aleyhimize döndüğünü sandınız ama esas kâbus şimdi başlıyor" demekti niyetleri.

Mancınığın dev kolları tekrar gerilmeye başladı. Kolların ortasındaki kavrayıcılarda, o kızıl gezegen andıran obje sabitlenmişti. Yüzeyinde alev ve gölge karışımı fırtınalar dönüyor, çatlaklarından yeryüzü lavına benzer eriyikler akıyordu. Tüm bu eriyikler, atmosferik bir akıntı gibi uzaya dağılmıyor, aksine kendi üstünde dönüp yeniden iç kısımlarına çekiliyordu. Bu durum, aslında kızıl yutucunun aktif olarak yıkım enerjisi ürettiğini gösteriyordu. Üçler, sıkı büyü mühürleriyle bu nesneyi kontrol altında tutuyordu; lâkin bir kere fırlatıldığında, ipleri elden bırakacak, cisim kendi haline büyüyecekti.

"Hazır olun!" diye bağırdı Runahar. Bir gölge baş mühendis, mancınığın ateşleme kolunu ağır ağır indirdi. Dişliler ve çarklar, Lorexium plakaların arasında dönmeye başladı. Bağırışlar, kumanda platformunda yankılandı. Sonra korkunç bir gürültü patladı: Sanki binlerce volkan aynı anda lav püskürtmüşçesine alev dalgaları ve antimadde akışı mancınığın gövdesini sarstı. Bu sefer, proje devasa bir boyutta olduğu için, patlama sesleri çok daha uzun sürüyordu. En nihayetinde, kollar sonuna dek gerginleşip boşalıverdi. Kızıl yutucu, tam ortadan fırlayarak evrenin koyu karanlığına doğru müthiş bir süratle süzüldü. Birkaç nefes içinde, etrafında kıvılcımlı bir kuyruk bırakarak uzaklaştı ve ufuk çizgisinde kayboldu.